İşbölümü Kavramına Durkheim ve Marx’ın Bakışı ve Fordizm ve Post-Fordizm Üzerinden Bu Düşünürlere Bir Bakış

Ekim 31, 2009 at 1:39 pm (akademik)

 

GİRİŞ

Bakış açıları değişmesine rağmen sosyolojinin kurucularının ortak teması işbölümünün güç (iktidar) ilişkilerini, ideolojiyi ve ahlaki düzenlemelerini koruduğudur. Çalışmanın ilk bölümünde yapısal işlevselciliğin en önde gelen ismi Durkheim’ın işbölümü üzerine görüşlerine yer verilmiştir. Bu bağlamda Durkheim’ın mekanik-organik dayanışma ayrımına, bu dayanışma tipinin oluşturduğu toplumlarda işbölümünün nasıl bir gelişme gösterdiği veya göstermediği, ortak bilinç, uzmanlaşma kavramlarına değinilecektir.

Çalışmanın ikinci kısmında da çatışmacı kuramın kurucu ismi Karl MARX’ ın işbölümüne hangi perspektifte baktığı ele alınacaktır. Bu bağlamda yabancılaşma kavramına değinilecektir.

İşbölümü, katı uzmanlaşma gibi çok önemli kavramları içinde barındıran fordist üretim biçimi ile onun sonrasında gelen ve esnek uzmanlığı temel alan post-fordizme de bu ödev kapsamında değinilecektir. Bu konulara değinildikten sonra bu iki üretim şekli işbölümü bağlamında Durkheimcı ve Marxcı bakış açılarıyla incelenmeye çalışılacaktır.

A) Durkheim’ın İşbölümüne Bakışı

İşbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır”. İşbölümünün genel olarak tanımlanışından sonra Durkheim’ ın işbölümüne hangi eksenlerde baktığı ve toplumsal evrimde işbölümün yerini görmekte fayda var. Öncelikle, Durkheim’ın anlamaya ve tasarlamaya çalıştığı işbölümü iktisatçıların, işbölümü diye nitelendirdiği şeyden çok farklıdır. Durkheim işbölümünü toplumsal evrimin hem nedeni hem de sonucu olarak görmektedir. Bunu da mekanik ve organik dayanışma temelinde tartışır. Ancak bir noktanın altının çizilmesinde fayda var: Durkheim, bilindiği üzere, toplumun bireyden çıkarsana bileceği görüşünü reddeder. Yani toplum bireylerden değil, birey toplumdan doğar. Durkheim’ a göre bireysel kişilikte toplum karşıtı hiçbir şey bulunamaz, çünkü kendisi toplumun bir ürünüdür. Ortaklaşa yaşam, bireysel yaşamdan doğmuş değildir, tersine bireysel yaşam ortaklaşa yaşamdan doğmuştur.

 

Mekanik dayanışma, bir benzeşme dayanışmasıdır. Durkheim’ ın bu toplumsal dayanışma biçimine mekanik diye nitelendirmesi bu dayanışma biçimini cansız bir yapının öğelerini birbirine bağlayan uyuma benzetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu dayanışma biçiminin hakim olduğu toplumlarda bireyler arası farklılık çok az düzeydedir. Bu topluluğun üyeleri aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere katıldıkları ve aynı kutsala inandıkları için birbirlerine benzerler. Bireyler henüz farklılaşamadığı için toplum tutarlıdır (Durkheim, 2006: 163).

 

Organik dayanışma biçimi, düşünce birliğinin farklılaşması ile doğduğu  ya da anlatım bulduğu dayanışma biçimidir. Bireyler artık benzer değil, farklıdır ve bir bakıma farklı oldukları için consensus gerçekleşir (Aron, 2000: 256). “Bu dayanışma türünde parçaların bireyliği geliştiği ölçüde bütünün de bireyliği gelişmektedir. Toplumun öğelerinden her birinin kendine özgü hareket etme olanağı arttıkça, toplumun da bir bütün olarak hareket etme olanağı artmaktadır. Bu dayanışma gelişkin canlılarda görülene benzemektedir” (Durkheim, 2006: 164). Her iki dayanışma türü de hiçbir toplumda arı şekilde bulunmaz; aynı zamanda her ikisinden birisi de tek başına bir toplumda görülemez. Ancak zamanla her türlü karışımdan arındıkça başat hale gelirler. Bu başatlık, söz konusu yapının yerleşip diğerinin silinmesiyle orantılı olarak hızlanır ve tamamlanır.

 

Mekanik ve organik dayanışmanın, bu bağlamda işbölümünün anlaşılması için Durkheim’ın ortak bilinç kavramının açıklanmasında fayda vardır: Ortak bilinç, bir toplumun ortalama üyelerinin ortak inanç ve duygularıdır; ancak analitik olarak bireysel bilinçte bulunan duygu ve inançlardan farklıdır. Çünkü kendi yasaları ile gelişir ve sadece bireysel bilincin anlatımı ya da sonucu değildir (Aron, 2000: 258).

 

Durkheim, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişi sağlayan ana faktörü dinamik yoğunluk olarak kavramsallaştırmıştır. Buna göre toplumdaki insan sayısı ve onların aralarındaki etkileşim eşgüdümlü olarak artarsa, toplumda da bu şekilde bir değişiklik yaşanır. Bunun nedeni de kısıtlı kaynaklara ulaşmak için yaşanacak mücadele ve hayatta kalma savaşıdır. İşbölümünün yaygınlaşmasıyla insanlar ve toplumsal yapılar birbirleriyle çelişmek yerine, birbirlerini barışçıl bir şekilde bütünlemektedirler.

 

 

İşbölümüyle ilgili olarak Durkheim’ da anlaşılması gereken bir nokta işbölümünün işlevinin uygarlık yaratmak olmadığıdır, uygarlık, işbölümünün zorunlu sonucudur.

 

Toplumların ve bireylerin değişimlerine yol açan şey, toplumsal ortamda ortaya çıkan değişimlerdir. Parçalı yapı ortadan kalktıkça örgütlü yapı ve dolayısıyla da işbölümü gelişmektedir. Demek ki ya parçalı yapının silinmesi bu gelişmenin nedenidir, ya da bu gelişme parçalı yapının silinmesine neden olmaktadır. Durkheim’ a göre parçalı yapının işbölümü için aşılması olanaksız bir engeldir ve işbölümün ortaya çıkabilmesi için bu parçalı yapının en azından bir ölçüde ortadan kalkması zorunludur. Ama parçalı toplum türünün ortadan kalkması, ancak tek bir nedenle işbölümün ilerlemesi sonucunu verebilir: Birbirinden ayrı yaşayan bireyleri birbirine yaklaştırması, ya da en azından eskiye göre daha yakın ilişkiye getirmesi durumunda mümkün olabilmektedir (Durkheim, 2006: 299).

 

“İşbölümü, toplumların nüfus büyüklüğü ve yoğunluğu ile doğru orantılı olarak değişmekte ve toplumsal gelişim içinde sürekli olarak ilerlemesi de toplumların düzenli olarak daha yoğunluklu ve genellikle daha büyük nüfuslu olmasından ileri gelmektedir. İşbölümü söz konusu gelişmenin gerçekleşmesinde bir aracı değil, onun belirleyici nedenidir. Toplumların büyüyüp yoğunlaşması daha büyük bir işbölümünü gerektirmektedir” (Durkheim, 2006: 306).

 

Durkheim’a göre işbirliği ve dayanışma, işbölümünün bir sonucudur ve işbölümü ilerledikçe iş daha sürekli hale gelmektedir (Durkheim, 2006: 448). Bu bağlamında uzmanlaşma kavramına bakılabilir. Uzmanlaşmak, daha çok üretmek için değil, kişinin karşısına çıkan yeni koşullarda yaşayabilmesi içindir. Uzmanlaşmak üzere bölünen iki parça, en azından ilk etapta, devamlı bir iletişim için de olmak zorundadır.  Durkheim, katı uzmanlaşmanın faydasından çok zararı olduğunu dile getirmektedir, çünkü bir organın işbölümünde donup kalmasına neden olabilmektedir. Toplumsal işlevlerin uzmanlaşması biyolojik işlevler gibi kesin nitelikte olamaz; ayrıca işbölümü ilerledikçe karmaşıklık arttığı için esneklik de durmadan artar (Durkheim, 2006: 382).  Durkheim’ a göre yukarı toplumlarda bireylerin ödevi, etkinliklerinin alanını genişletmek değil, onları yoğunlaştırıp uzmanlaştırmaktır (Durkheim, 2006: 456).

 

Durkheim dış koşulların uzmanlaşma üzerindeki etkilerini de incelemiştir.  Durkheim’ a göre bireylerin içinde bulundukları çevrelerin değişkenliği onlarda farklı yeteneklere ve dolayısıyla değişik yönlerde uzmanlaşmalarını sağlar; bu uzmanlaşmanın toplumların boyutlarıyla birlikte artması, bu dış farklılıkların da aynı zamanda artmasından dolayıdır. Ancak dış koşullar, bireyleri belli bir yönde uzmanlaşmaya güçlü biçimde ittiklerinde bile, bu uzmanlaşmayı belirlemeye yeterli olamazlar, sadece yön verebilirler. Uzmanlaşmanın nedenin anlaşılması ancak ortaya çıkan yeni ihtiyaçların anlaşılmasına bağlıdır.

 

İşbölümüne gelen bir eleştiri, kişiyi makineye indirgemesidir, ki buna Marx da katılmaktadır. Durkheim bu eleştiriyi şöyle yanıtlamaktadır: İşbölümünün bir insanı makineye çevirmesi zorunlu bir sonuç değil, yalnızca istisnai bir durumdur. Çünkü, olağan durumda her uzmanlaşmış işlevin yerine getirilişi, bireyin onun içine sıkı sıkıya kapanmamasını, komşu işlevlerle de sürekli temas içinde bulunmasını, onların gereksinimlerinin, değişmelerinin v.b. bilincinde olmasını gerektirir. Bu koşullar altında birey, amacını bilmeyen bir makine olmayıp, bir amaca doğru gittiğinin farkındadır. Bir işe yaradığını hissetmektedir (Durkheim, 2006: 424).

 

 

Durkheim toplumsal işbölümünü toplumların kaçınılmaz evriminin doğal bir sonucu olarak görür. Bu nedenle işbölümü değişen koşullara uyum sağlamayı da beraberinde getirir. İşbölümünün bazı noktalarda çözülmeler getirdiği fikri yaygındır; ancak, Durkheim’a göre, bunların hastalıklı durumlardır ve işbölümünün doğasından kaynaklanmamaktadır. Çünkü işbölümü toplumsal dayanışmanın önde gelen kaynağıdır. Durkheim’ a göre işbölümü karşıtlık yaratırken birleştirir; farklılaştığı etkinlikleri bir araya getirir; ayırdıklarını birbirine yakınlaştırır. Dayanışma duygusunun, yarışmanın dağıtıcı etkisine karşı koyamayacak ölçüde zayıf olduğu yerde, yarışmadan işbölümü değil, başka sonuçlar ortaya çıkar.

B) Marx’ın İşbölümüne Bakışı

 

Marx işbölümüne yabancılaşma bağlamında bakar. Daha açık ifade edilecek olursa, yabancılaşmayı işbölümünü sonucu olarak değerlendirir. Marx işbölümü ile bozulmamış insanı bütünsel insan olarak tanımlamaktadır, bu çizgide bütünsel insan uzmanlaşmamış insandır (Aron, 2000: 142). “Bütünsel insan, her şeyi yapabilecek insan değil, insanlığın aslına uygun olarak gerçekleştiren, insanı tanımlayan etkinlikleri yerine getiren insandır” (Aoran, 2000: 142). Marx’a göre, işbölümü insanların birçoğunun yetenekleri doğrultusunda iş yapmalarına engel olmaktadır (Aron, 2000: 142). İşbölümünün sonu yabancılaşmadır; çünkü kişi kendi çıkarını toplumun çıkarı gibi ele alır. Aynı zamanda birey, işbölümüyle kendi potansiyeline de yabancılaşır. Marx’a göre iş, insanın kendi kendini gerçekleştirdiği temel etkinliktir. Kişinin iş ile ilişkisinde kendini gösteren yabancılaşma, diğer tüm etkinlik alanlarına zamanla damgasını vurur (Kızıltan, 1986: 22-3).

 

İşbölümü ve özel mülkiyet yancılaşmaya nasıl sebep olur? Bu sorunun yanıtını  verebilmek için öncelikle Marx’ın yabancılaşmadan ne anladığına bakmak gerekir. “Yabancılaşma, insanı, kendi etkinliğinin ürünlerine, üretken etkinliğinin kendisine, içinde yaşadığı doğaya, kendine, kendi özsel doğasına, insanlığına, öteki insanlara yabancılaştıran eylemdir.” (Marx, 2003: 11). Marx, Hegel’in aksine, yabancılaşmayı nesneleşmeden ayırt etmiş ve özgül toplusal koşulların sonucu olarak ele almıştır “İşçinin ürününe yabancılaşması yalnızca emeğinin bir nesne haline gelmesi, bir dışsal varoluş kazanması anlamına gelmez, ama onun dışında bağımsız olarak, ona yabancı bir şey olarak varolması ve onun karşısına bir güç olarak çıkması anlamına da gelir” (Marx, 2003: 11). İşçi bir nesneye yaşamını koyduktan sonra, artık o yaşam kesinlikle işçinin değildir, nesnenindir. ”İşçi ne kadar zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar” (Marx, 2003: 21). “İşçi hayatını nesneye koyar, ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir…..Emeğinin ürünü kendisi değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse, kendisi o kadar küçüktür” (Kızıltan, 1986: 23).  Marx’a göre yabancılaşmanın en yoğun biçimine kapitalizmle ulaşır, çünkü kapitalizm, emeğin nesnel koşullarından kopuşunun doruğudur (Marx, 2003: 12). Marx’ın emek, emek gücü ve kullanılabilir emekten ne anladığı da bu noktada önem kazanmaktadır. “Emek: Gerçek insan faaliyetidir. Emek Gücü: Kapitalistin işçiden aldığı çalışma potansiyelidir. Kullanılabilir Emek: Kişinin sahip olduğu emeğinin kaynağı olan fiziksel özellikler” . Kapitalistlerden emekten ziyade emek gücünü satın almaktadırlar. Emek gücü metalaşıyor; alınıp satılan bir şey haline geliyor. Kullanılabilir emek karşılaştırılamaz, sadece emek güzü karşılaştırılabilir. Çünkü bir maddeyi üretenle o maddenin ham maddesini üretenlerin yapması gerekenler farklı şeylerdir.

 

Marx, çağının insanının yabancılaşması ile ilişkisi içinde özel mülkiyetten, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve kendisi üretmeksizin ürüne (artı değere) el koyan bir sınıfa özgü bir kategoriyi anlamaktadır (Kızıltan, 1986: 25). “İşçi üretirken kendi varlık yapısına nasıl kendini yabacılaştırıyorsa, aynı şekilde, yabancıya da yabancının kendisinin olmayan bir etkinlik sunmakla hem üretim araçları sahibinin kendi varlık yapısına yabancılaştırmakta, hem de ilişki bütünüyle iki yabancılaşmış kişi arasında bir alışveriş olmaktadır” (Kızıltan, 1986: 25). Buradan yola çıkarak denilebilir ki özel mülkiyet hem yabancılaşmanın bir sonucudur hem de yeni bir yabancılaşmanın sebebidir. Marx’a göre, özel mülkiyet emeğin kendisini dışlaştırmasının bir aracı olması bakımından yabancılaşmanın nedeni olarak görülebilir (Kızıltan, 1986: 25-6).

 

Marx’ın gerçek işbölümünden anladığı kafa ve el çalışmasının, işlerinin birbirinden kesin sınırlarla ayrılmasıdır. Bu iş bölümü üretim biçiminin karmaşık bir yapıya bürünmesi aşamasında ortaya çıkar (Kızıltan, 1986: 26). Marx’a göre işbölümü, bireylerin ortak meydana getirdiği, ancak bu birlikten doğan etkinlikte somutlaşan gücün onlara yabancı, onların dışında olması ve bu nedene kendilerine hakim olmasına neden olmaktadır. Bu işbölümü “işçinin iş aracını değil, tersine iş aracının işçiyi kullandığı modern fabrika” aşamasına geçildiğinde görülür. “Bu nedenle Marx’ta işbölümüne ilişkin şöyle bir tanımlama yapılmaktadır: İşbölümü, işin toplumsallığının yabancılaşma içindeki milli ekonomik ifadesidir” (Kızıltan, 1986: 26). İşbölümüyle beraber sınıflar arası farklılıklar keskinleşmektedir. Marx bunu şöyle ifade eder: İşçinin payına üretim ve zahmet, işverenin payına ise tüketim ve haz düşer (Kızıltan, 1986: 26). Üretim ile tüketimin tümüyle farklılaşması sonucunda kırsal kesimler ve kentler arasında kesin sınırlar çerçevesinde bir işbölümüne gidilir. Daha sonra, ekonomik rekabet nedeniyle aynı işbölümü bu kez kentler arasında da yaygınlaşır:

 

“Bir ulusun kendi içindeki işbölümü, ilkin sınai ve ticari emeğin bir yandan, tarım emeğinden ayrılmasına, öte yandan, ve bunun sonucu olarak, kent ile kırın ayrılmasına ve çıkarlarının karşıtlığına yol açar. Daha da gelişmesi de sınai emeğin ticari emekten ayrılmasına sebep olur. Aynı zamanda bu farklı dallar arasındaki işbölümü olgusuyla, belirli işlerde birlikte çalışan bireyler arasında farklı alt bölünmeler ortaya çıkar. İşbölümünün her yeni aşaması çalışmanın konusu, aletleri ve ürünleri bakımından bireylerin kendi aralarındaki ilişkileri belirler” (Engel, Marx, 2003: 20).

 

Marx’a göre böylece, toplum yaşamının temelini ve tüm alanını kapsayan bir yabancılaşma aşamalı olarak gerçekleşmiş olur (Kızıltan, 1986: 27). Bütün  yaşanan yabancılaşmanın nedeni ekonomik yabancılaşmadır ve yabancılaşmanın aşılmasının yolu da üretim süreçlerinin değiştirilmesidir. Komünist topluma geçilmesi ile; yani özel mülkiyetin, iş bölümünün ve dinin kaldırılmasıyla yabancılaşma son bulacaktır. Bunlar da elbette üretim biçiminin değişmesine bağlı olarak değişecektir.

 

İşbölümü, emeğin toplumsal niteliğinin, yabancılaşma çerçevesi içindeki dışavurumudur. Ya da emek, insan etkinliğinin yabancılaşma çerçevesi içindeki bir dışavurumundan başka bir şey olmadığına göre, işbölümünün kendisi insanal etkinliği gerçek bir cinsil etkinlik, ya da insanın cinsil varlık biçimindeki etkinliği olarak, yabancı duruma gelmiş, yabancılaşmış bir biçimde koyma olgusundan başka bir şey değildir” (Marx, 2003: 54-5).

 

Marx ve Engels’e göre bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme düzeyi, en çok, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır (Engel, Marx, 2003: 20).

Marx’ın yabancılaşma kavramına getirdiği bu yorumlar eleştirilerden kurtulamamıştır. İşbölümü açısından bu çalışmayı ilgilendiren eleştirilere bakılacak olunursa:

Az önce değinildiği üzere Marx’a göre yabancılaşmanın gerekli ve yeterli koşulları özel mülkiyet, işbölümü ve işin bir metaya dönüşmesidir. Bu kategorilerden en önemlisi de öze mülkiyettir. Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir: Özel mülkiyetin kaldırılması ile yabancılaşma da ortadan kalkacak mıdır? (Kızıltan, 1986: 27). Tüm Marksist düşünürler özel mülkiyetin oradan kalkmasını yabancılaşmanın önüne geçilmesinde sadece bir adım olarak görmektedirler, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla yabancılaşmanın ortadan kalkacağı savı pek geçerli görünmemektedir.

 

İşbölümü kavramına ve bu kavramı Marx ve Durkheim’ın bakış açısından fordist ve post-fordist üretim biçimine bakmanın kavramın ve bu iki düşünürün ayrıldıkları noktaları görmek anlamında faydalı olduğu düşünülmüştür. Bu açıdan ilk etapta fordizmin ne olduğunun özetlenmesi gerekmektedir.

 

 

C) Fordizm-Post- Fordizm

Fordizm, Amerika’nın ünlü sanayicilerinden Henry Ford, 1913 tarihinde, Michigan’da bulunan Motor Fabrikasında uygulamaya koyduğu bir üretim biçimi şeklinde kendini göstermiştir: Otomobiller seri montajla üretilmeye başlanmıştır. Bu uygulama sonraki yıllarda hızla yayıldığı ve artık bir düşünce tarzı haline geldiği için Fordizm adıyla tarihe geçmiştir. Fordist kitle üretiminin temel öğeleri: ileri düzeyde iş bölümü, seri hareket ve süreklilikti. Ford, işçiler arasındaki bu ayrıntılı işbölümü mühendisler arasında da uygulamıştır. Yani katı bir uzmanlaşma söz konusu olmuştur.  ABD’de bu yeni üretim organizasyon biçiminin ortaya çıkışı, kitle üretimiyle elde edilen yüksek ürün miktarının tüketilebileceği büyüklükte pazarların oluşmasıyla hızla yaygınlaşmış ve tüm dünyada hâkimiyet kurmuştur.

“Değişik parçaların depodan taşınması, işlemler için tezgahlara gidip gelinmesi, kullanılan aletlerin atölye içinde getirilip götürülmesi vakit alıcı olmakla birlikte, ilk yıllarda üretim arttıkça bu üretim tekniği değişmemiş, sadece ekip sayısı çoğaltılmıştı. 1906’da çeşitli parçaların fabrika içinde üretimine geçilmesiyle, Ford’un kıt bulunan vasıflı işgücüne bağımlılığı daha da artmıştır. İlk iş bölümü, parçaları taşıyanlarla, onları işleyip monte edenler arasında gerçekleştirilmiştir.

Bundan sonraki adım, üretim sürecini daha küçük parçalara bölmek yolunda atılmıştır. Montajın küçük bir bölümünü yaptırarak işçilerin çok daha seri hareket etmeleri sağlanmıştır. Böylece emek veriminin artmasına zemin hazırlandı. Fabrikada üretilen parçalar giderek belli bir standardta getirildi. Bu gelişme bir yandan parçaların montajlarını kolaylaştırırken diğer yandan üretim sürecinin daha çok sayıda vasıfsız işçi arasında paylaştırıldı”*.

Bundan sonra Ford’un üzerinde durduğu konu, üretimin akış hızını artırmak olmuştur. Belirli bir işlemi yapan tezgahlar üretimin gerektirdiği işlem sırasına dizilmiştir. Bu uygulama akış hızının daha da artmasını sağlanmıştır. Zincirleme ve kesintisiz yapılan üretimde işçilerin çalışma hızını artırmak için de en hızlı işçilerin primle ödüllendirilmesi yoluna gidilmiştir. İşçilerin hızlarını gönüllü olarak artırmalarını beklemek yerine, hızın kendilerince belirlenebileceği bir sistem arayışına girilmiştir.

Bunun için 1913’te titizlikle yapılan zaman ve hareket etütleri sonucu, yaklaşık 50 metrelik bir üretim hattında üretim süreci 140 montaj işçisi arasında bölünmüştür. 1914 yılında mekanik olarak hareket eden ünlü montaj hattı, ya da akar bant üretime sokulmuştur. “Fordçuluk, kitle üretim sisteminin, kitle pazarlarının oluşturulmasıyla bağlantılı olduğuna dikkat çekmek üzere kullanılan bir terimdir” (Giddens, 2000:329). Hemen eklemek gerekir ki bu sistemde Taylorist bilimsel yönetim anlayışı egemendir. Ford, çalışanlarına yüksek ücret ödeyerek otomobilleri öncelikle onlara satmayı hedeflemekteydi. Özetle fordizm dört temelde belirginleşmektedir: Ürünler standartlaştırılmıştır. Üretimde her görev ve parça standartlaştırılmıştır. Çalışanların görevleri aynı olduğu için seri üretim işlevlerinde her model için bir üründen diğerine aktarılamayan özel amaçlı makineler geliştirilmiştir (Güçlü, 2005: 119).

1970’li seneler gelindiğinde dünyadaki ekonomik krizle beraber kitle üretimi de krize girmiştir. Esnekliği olmayan, büyük stoklarla çalışan büyük firmalar, talepleri sürekli değişen tüketicilerden oluşan istikrarsız piyasada avantajlarını yitirmişlerdir (Sezal, 2003: 221). Durkheim’ın toplumsal farklılaşma sürecinin artışıyla birlikte ortaya çıktığını bireysellik olgusu, kitle üretiminin yaygınlık kazanmasıyla ve standartlaşmanın giderek artmasıyla son derece zayıflamıştır (Sezal, 2003: 221). Durkheim’ın “hastalıklı, sağlıksız” olarak nitelendirdiği işbölümü türüne aslında fordist üretimde rastlanılmaktadır. Zaten, en başta da belirtildiği üzere, Durkheim katı uzmanlaşmanın bir organizmayı dondurduğu fikrindedir. Aynı zamanda Durkheim’ a göre işbölümünün dayanışma sağlayabilmesi için, herkesin kendi işinin olması yeterli değildir, o işin kişiye uygun düşmesi de gereklidir. Bunun için örgütlenişin esnek olması ve değişime açık olması gerekmektedir (Durkheim, 2006: 428). Bu son cümle Dukheim’ın – 1960’larda hayatta olsaydı- fordizme eleştirisi olabilirdi. Aynı noktaya Marks da farklı şekilde değinmektedir. Marx’a göre, insan kendi varlık yapısının ayırıcı özelliği olan “iş”ini kendisine zorla kabul ettirilen bir etkinlik ve çalışma sürecinde kendini geliştirip gerçekleştirmesini engellemektedir (Kızıltan, 1986: 32. Fordizm dayattığı katı uzmanlaşmanın insanları makinelere dönüştürdüğü ve zamanla, Marx’ın söylediği gibi,  işçinin iş aracını değil, iş aracını işçiyi  kullanması sorunu ortaya çıkmaktadır. Ford’un  işçilerine, genele göre, yüksek maaş vermesi ve işçilerinin de ürettikleri otomobilleri satın alması büyük kendi karını düşünerek yaptığı bir hamleydi; ancak bu nokta Marx’ın yabancılaşması bağlamında ele alındığında şöyle bir yorum da ortaya çıkabilir: İşçilerin her biri ayrı bir parçanın üretiminde görev almasına rağmen, ürettikleri otomobili “görebilmekteler” hatta buna sahip olabilmektelerdi. Bu bakımdan işçinin kendisini, yaptığı bir işin parçası olarak görebilmektedir.

Daha sonra post-fordist üretim şekli diye ortaya çıkacak olan sistem, ademi-merkeziyetçi ve esnek uzmanlaşmanın hakim olduğu bir sistemdir. Büyük stoklarla üretim yerine ürünün az sayıda üretimi ön plana geçmiştir. Bireyleşme ve özelleşme kavramları post-fordist çözümleme açısından merkezi bir önem taşır (Kumar: 1999: 203). Bazı kuramcılara göre bu iki eğilim toplumu güçlendirmekte, bazılarına göreyse zayıf düşürmektedir. Bireyleşme doğrultusundaki itki işçiler ve iş verenler, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkilerde daha fazla özgürlük olmasını teşvik etti (Kumar: 1999: 202). Durkheim açısından bakılacak olursa post-fordist üretim şekli Durkheim’ın hayal ettiği işbölümü yapısına sahipti: Uzmanlaşma ileri seviyededir; ancak aynı zamanda esnektir. Taşeronlar arası iletişim her daim devam etmektedir, böylece tüm “organlar” birbirinden haberdardır.  Marx’ın işbölümü açısından post-fordizm nasıl yorumlanabilir?  Marx’a göre, “emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir işbölümü ile, makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden, kapitalistler arasında, işbölümünü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçülerde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar” (Marx, 2003:….). Bunun neredeyse birebir örneği post-fordist üretim şeklinde görülmektedir.

 

SONUÇ

Günümüz dünyasında işbölümünün önemi tartışılmaz duruma gelmiştir. Durkheim, işbölümünü ve uzmanlaşmayı gelişmiş toplumların özelliği olarak belirtir. Toplumların organik dayanışmaya geçme koşullarından biri olarak da oylumlarının artmasına, yani toplumların nüfusunun artmasına, bağlamaktadır. İşbölümü akıllı yöneticiler tarafından planlandığında hiçbir aksaklık olamayacağı için toplumlar daima daha yukarı doğru evrileceklerdir.  Marx bu kavrama, daha çok, üretim ilişkileri  ve yabancılaşma bağlamında bakar. Ancak post-marksistler bireyselleşme ve özelleşmeyi sosyalist davanın düşmanı olarak görmektense bunları sosyalizmin hizmetine sunmayı çalışmaktadırlar (Kumar, 1999: 203). Marx’ın işbölümü tanımı, kafa ve kol işçiliğinin birbirinden kesin olarak ayrılması, Henri Ford tarafından ve bunların da kendi aralarında ayrılmaları şeklinde hayata geçirilmiştir. Ancak şu da bir gerçek ki, fordist üretim biçimiyle, Marx’ın deyimiyle, insanlar daha da makineleşmişlerdir. Bunu takiben gelen post-fordizm işbölümü bireyleri aşıp firmalar bazına ulaşmıştır.

 

 

 

 

Kaynakça:

 

 

 

  • Durkheim, E, “Toplumsal İşbölümü”, Çev: Ozankaya, Ö, Cem Yayınevi, İstanbul, 2006
  • ARON, R,  “Sosyolojik Düşüncenin Evreleri”, Çev: Alemdar, K, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2000
  • MARX, K, “Yabancılaşma”, Çev: SOMER, K, KARADAM, A, BELLİ, S, GELEN, A, FİNCANCI, Y, BİLGİ, A, Derleyen: ERDOST, B, Sol Yayınları, Ankara, 2003
  • ENGELS, F, MARX, K, “Alman İdeolojisi”, Çev: KARDAM, A, BELLİ, S, Sol Yayınları, Ankara, 2004
  • KIZILTAN , G,S, “Çağımızda Yabancılaşma Sorunu”, Metiş Yayınları, İstanbul, 1986
    • · Marshall,  G, “Sosyoloji Sözlüğü”, Çev: D. Kömürcü, O. Akınhay, Bilim Ve Sanat Yayınevi, Ankara, 1999
    • http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=1841 (20.01.2007) Yazar: Veli Sırım
    • GIDDENS, A, “Sosyoloji”, Çev: ÖZEL, H, KABADAYI, T, KARA, T, ORAL, N, BAYAR, I, BRAVO, H, Ayraç Yayınevi, Ankara, 2000
    • GÜÇLÜ, S, “Kurumlara Sosyolojik Bakış, Birey Yayınları, İstanbul, 2005
    • BOZKURT, V, “Toplum ve İktisat”, “Sosyolojiye Giriş” içerisinden, Der:               SEZAL, İ, Martı Yayınevi, Ankara, 2003.
    • KUMAR, K, “Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma- Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları”, Çev: KÜÇÜK, M,  Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999
    • http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/ucretliemek.pdf (19.01.2007)

 


* http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=1841 (20.01.2007) Yazar: Veli Sırım

 

1 Yorum

  1. Mihrac Ural said,

    Yabancılaşma tarihin devrimci dinamiğidir. Daha çok yabancılaşma daha ileri bir toplumsal örgütleniştir. Yeni uygarlık bu yöndedir.

    Artan iş bölümü artan yabancılaşmış emek küresel üretime girdikçe, kapitalizimden çıkılacak ve artan yabancılaşmayla, sanal üretimin teknolojik katkılarıyla yer yüzünün en ücra köşesinde birbirini tanımayanlar, emeklerini aynı porjeye akıtacakalar, bu emek onlara da oldukça yabancı olacaktır. Ama insanlık için daha hızlı ve daha yoğun üretimi getirecektir. Bu üretim tarzı kapitalizm değildir. kapitalizim küresel üretim yapamaz o ulusaldır, o ülkeseldir, o şirket, fabrikasal bir üretimdir: T

    eknoloji devrimi sanal üretimi yaşama kattıkça, tekelcilerin kanatları altında gelişse de bu tarz üretim kapitalist değildir. Bu tarzın mülkiyetide dahada küçülen ufalan ve ufaldıkça yaygınlaşan bir tür özel mülkiyet olacaktır. Bu mülkiyet teknolojik gelişmenin yarattığı üretim tarzındaki devrimin ürünüdür Marks bunu Capital cilt 4. çok iyi anlatır.

    Unutulmamamıl her yeni üretim tarzı eskinin kanatları altında gelişir. kapitalizm de feodal kralların kanatları altında gelişmişti.

Yorum bırakın