BABA DA ÖNEMLİ!

Ocak 17, 2011 at 1:35 pm (günlük)

Araştırmalar göstermektedir ki babanın yakın ilgisinin, çocuğun sosyal, fiziksel ve duygusal gelişimi üzerinde olumlu etkileri vardır.
• İlk aylarda baba tarafından yoğun ilgi ve bakım gören bebeklerin çevreleriyle iletişim kurmada daha istekli olduğu belirtilmektedir.
• Babanın çocuğun bakımıyla yakından ilgili olması özellikle erkek çocuklarda, ileriki yaşlarda karşı cinse şiddet uygulama eğilimini düşürmektedir. Tek başına bir anne tarafından yetiştirilen çocuklar büyüme süreçlerinde sadece anneyle beraber oldukları için en ufak mutsuzluklarını ya da sorunlarını bile direk anneye bağlayabilir ve ileriki yaşlarda anneye, dolayısıyla karşı cinse karşı olumsuz tepkiler geliştirebilirler. Babanın çocuğun büyüme sürecindeki aktif rolü ise bu olasılığı düşürmektedir.
• Yapılan araştırmalar babalarının yakın ilgisiyle büyüyen çocukların genelde kendilerini ifade etme ve iletişim kurabilme konusunda daha becerikli olduğunu göstermiştir.
• Babanın, çocuğun bireyselleşmeyi öğrenmesi üzerinde rolü büyüktür. Çünkü anneler çocuk bakımında çok daha korumacı, denetleyici bir yaklaşım sergilerken babalar çocuğun çevreyi ve hayatı keşfetme aşamasında ona daha fazla özgür alan bırakmayı tercih eder. Örneğin çocuk hayatında ilk kez yabancı bir varlıkla (bir köpek, yeni bir oyuncak gibi ) karşılaştığında anne çocuğa mümkün olduğunca yakın durarak onun rahatlamasını, güvende hissetmesini sağlar. Oysa babalar genellikle daha geri planda kalarak çocuğun bu yeniliği tek başına keşfetmesine olanak sağlar. Böylelikle çocuk ebeveynlerden ayrılmak durumunda kaldığında ya da yabancı kişilerin yanındayken de rahat olmayı, ağlamamayı öğrenir.
• Yetişme sürecinde babanın aktif rol oynadığı çocukların içgüdülerini kontrol etmede ve sosyal adaptasyonda daha başarılı oldukları bilinmektedir.

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

her bağlacı kapsayan sevgi

Mart 19, 2010 at 8:05 am (günlük)

‘EGER’ degil, ‘CUNKU’ degil, ‘RAGMEN’ sevin

Masumi Toyotome diye bir Japon yazmis bu yaziyi. “Dunyada sevilmek istemeyen kisi yok gibidir diye basliyor. Ama sevgi nedir?, nerede bulunur?, biliyor muyuz?” diye soruyor. Sonra anlatmaya basliyor… Sevgi uc turludur. Birincinin adi ‘Eger’ turu sevgi. Belli beklentileri karsilarsak bize verilecek sevgiye bu adi takmis yazar. Ornekler veriyor: eger iyi olursan baban, annen seni sever. Eger basarili ve onemli kisi olursan, seni severim. Eger es olarak benim beklentilerimi karsilarsan seni severim. Toyotome en cok rastlanan sevgi türü budur diyor. Karsilik bekleyen sevgi. Yazara gore evliliklerin pek cogu ‘Eger’ turu sevgi uzerine kuruldugu icin cabuk yikiliyor. Gencler birbirlerinin o anki gercek hallerine degil, hayallerindeki abartilmis romantik goruntusune asik oluyor ve beklentilere giriyorlar.

Ikinci tur: ‘CUNKU’ turu sevgi… Toyotome bu tur sevgiyi soyle tarif ediyor: Bu tur sevgide kisi bir sey oldugu, bir seye sahip oldugu ya da bir sey yaptigi icin sevilir. Baska birinin onu sevmesi, sahip oldugu bir nitelige ya da kosula baglidir. Ornek mi? Seni seviyorum. Cunku cok guzelsin (Yakisiklisin). Seni seviyorum. Cunku o kadar populer, o kadar zengin, o kadar unlusun ki. Seni seviyorum. Cunku bana o kadar guven veriyorsun. Seni seviyorum. Biri disa gosterdikleri oteki yalnizca kendilerinin bildigi. Insanlar sandiklari kisi olmadigimizi anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan dogar. Ikincisi de ya gunun birinde degisirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endisesidir. Japonya’da bir temizleyicide calisan dunya guzeli kizin yuzu patlayan kazanla parçalanmis. Yuzu fena halde cirkinlesince, nisanlisi nisani bozup onu terk etmis. Daha acisi ayni kentte oturan anne ve babasi, hastaneye ziyarete bile gelmemisler, artik cirkin olan kizlarini. Sahip oldugu sevgi, sahip oldugu guzellik temeli ustune kurulmus oldugundan bir gunde olmus. Guzellik kalmayinca sevgi de kalmamis. Kiz birkac ay sonra kahrindan olmus… Japon yazar toplumlardaki sevgilerin cogu ‘Cunku’ turundendir ve bu tur sevgi, kaliciligi konusunda insani hep kuskuya dusurur diyor. Peki o zaman, gercek sevgi, guvenilecek sevgi ne?

Ve iste sevgilerin en gercegi: Ucuncu tur sevgi: ‘Ragmen’ … Bir kosula bagli olmadigi icin ve karsiliginda bir sey beklenmedigi icin? Eger turu sevgiden farkli bu. Sevilen kisinin cekici bir niteligine dayanip boyle bir seyin varligini esas olarak almadigi icin Cunku turu sevgi de degil. Bu ucuncu tur sevgide, insan Bir sey olduğu icin degil, Bir sey olmasina ragmen sevilir. Esmeralda, Quasimodo’yu dunyanin en cirkin, en korkunc kamburu olmasina Ragmen sever. Asil, yakisikli, zengin delikanli da Esmeralda’ya cingene olmasina ragmen tapar. Kisi dunyanin en cirkin, en zavalli, en sefil insani olabilir. Bunlara ragmen sevilebilir. *** Her seye ragmen sevmek… sevilmek ya da… Gercekten de guzel ve ozel… Cunku”ye ve “Eger”e gerek kalmadan

TÜM HATALARINA RAĞMEN SEVİLMEK NEDİR BİLMEYEN TÜM İNSANLAR BUNU TADARLAR UMARIM. BEN TATTIM. BENİ TÜM KUSURLARIMA RAĞMEN SEVMEKTEN VAZGEÇMEYEN BU ÖZEL İNSANA, ONUR ANDAÇ SEVER’E TEŞEKKÜRLERİMLE….

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

kadınları hiç sevmedik!

Mart 18, 2010 at 8:45 am (günlük)

Biz KADINLARI hiç sevmedik!
Saçlarını sevdik hele birde sarışınsa daha çok sevdik…
Ağızlarını sevdik hele birde şehvetli ve dolgun ise daha çok sevdik…
Göğüslerini sevdik…
Bacaklarını sevdik hele birde sütun gibiyse bayıldık…
Kalçalarını sevdik…
Gerçekten güzel vücutlu ve “çıtırsa” daha çok sevdik…

Yolda, arabada, televizyonda, internette onlara hep “baktık”…
Her yerlerine iyice ve dikkatle! Baktık…
Pekiyi görememiş olacağız ki bir daha baktık…
Bir daha ve bir daha…

Kadınların her yerlerine baktık ama GÖZLERİNE ya hiç bakmadık ya da baktığımızda çok GEÇ olmuştu…
Biz kadınlara çok dokunduk! Onlar istese de istemese de dokunduk…
Son yıllarda dini motiflerden güç bulanlarımız oldu..

Eh yozlaşan toplum ve geç gelen adalet olunca da 13–14 yaşındaki ÇOCUKLARA bile dokunmaya başladık! SAPIK damgası yemeyi göze alanlar bile şaşırdı çünkü SAPIK diye haykıran ne kadar azdı! Kimimiz “araştırmacı” oldu icraata geçemedi! Onlar CD ve DVD ler ile idare etti! Hatta SAPIKLARA tepki bile gösterdi… ya onlar ne yaptı? Gerçek dünyada namuslu olanlar sanal dünyada bu çocukları aradı… Aradı. .ve hep buldu!

Kadınlara “dokunmada” dünya sıralamasında üst yerlere geldik…2009 itibariyle rakamlar oldukça “umut verici”.
% 40 ını SÜREKLİ DÖVDÜK…
%45 ine DUYGUSAL ŞİDDET uyguladık (küfür, hakaret, küçük düşürme)…
%16 sına ZORLA SAHİP OLDUK…
ve olmaya devam ediyoruz…
Tüm bunlara maruz kalan HER 3 kadından biri İNTİHARA kalkıştı ama biz hiç oralı olmadık…(bize ne değil mi? Fener ya da CimBom maç kaybedince çok üzüldük ama kadınlar söz konusu olunca pek oralı olmadık)
% 9 una daha MASUM BİRER ÇOCUKKEN bile dokunduk…
Ama hep SUSTULAR… çünkü konuşsalar kimse inanmazdı…” kim bilir neler yaptın ki sana tacizde ya da tecavüzde bulundu AMCAN ya da KOMŞUN” bu da sana DERS olsun… ama bu DERS o kadar acıdır ki biz ERKEKLER bilemeyiz… Bizlere sorduklarında %25 imiz “bazı durumlarda KADIN DÖVÜLÜR” demeyi doğal bir şey gibi dile getirdik… İSLAMİ ÖĞRETİ yalanları ile KADINLARI ve KIZLARI bizlerin KÖLESİ yapmaya başladık ve bu çabalar sonuçlarını vermeye başladı… Artık kadınlar o bildiğiniz kadınlar değil! % 51 i erkekler ile tartışmayı bile “saygısızlık” sanıyor artık…%36 sı kendisi para kazansa bile parasını nasıl harcayacağına karar veremeyeceğine inanmış… ya da inanmak zorunda kalmış…% 52 si “erkek kadından sorumludur” diyecek kadar kadınlığını unutmuş… ya da unutturulmuş. ..% 49 u “erkek ne zaman isterse bana sahip olabilir benim itiraz hakkım olamaz” diyecek konuma gelmiş ya da getirilmiş…

Kabul edelim biz kadınları KULLANMAYI çok sevdik…evde, işte,siyasette,okulda kısacası her yerde…Parti kongrelerinde sözde liderler konuşurken arka fonda 3-4 kadın vardı hep…Onlardan VİTRİN yaptık…İMAJ yaptık…başörtü lü,normal türbanlı,modern türbanlı ve türbansız….Parti çalışmalarında kapı kapı dolaşanlar hep KADINLARDI.. koşturan ve çabalayan hep KADINLARDI.. .Miting olduğu zaman onları ön sıralara toplayıp KARANFİLLER attık üzerlerine ve iki lafın birinde anam,bacım edebiyatı yaptık….ama “ANANI DA AL GİT” demek bize daha çok yakıştı! “Cennet anaların ayakları altında” diye diye büyütüldük… ama ANALARI hep ayaklarımız altında ÇİĞNEDİK… EZDİK. ..TEPİKLEDİK…14 şubat sevgililer günü ya da Anneler Gününde bir kaç saat ara verdik! Ama sonra yine ezmeye devam ettik… İş verirken bile onları hep düşündük! İş yerinde gözümüz gönlümüz açılsın ya da malum niyetler ile BAYAN ELEMAN ARANIYOR ilanı vermeyi çok sevdik…2009 Türkiyesinde KADIN olmanın ne kadar zor olduğunu biz erkekler bilemeyiz…
Çünkü artık KONUŞMUYORLAR. …KONUŞAMIYORLAR… KONUŞTURULMUYORLAR… islam dinini sömüren ve kullanan KARANLIK ZİHNİYET kendi kadınlarını yetiştiriyor. ..susan,itaat eden ve kaybolmuş kadınlar…kızlar. ..hatta çocuklar..Arada VİZYON ya da İMAJ için ortaya “sürülen” kadınlara bakmayın siz..onlarda biliyor “kullanıldıklarını” ama artık düzen kurulmuş…

Bu ülkenin kurucusu ATATÜRK 1930 lu yıllarda Türk kadınına dünyadaki birçok çağdaş ülkeden önceden hak ettiği HAKLARI verdiğinde umutlanmıştık. .Çünkü o ATATÜRKTÜ… Kurtuluş Savaşında bebeğinin kundağında mermi taşıyan anayı ya da cephede erkeği ile göğüs göğüse savaşan bacısını unutmadı… İhanet etmedi… Ama BİZ ihanet ettik! Türkiye Nereye Gidiyor? Diye soruyor herkes birbirine…

Cevap ne kadarda açık değil mi? Türkiye hızla ve şevkle KARANLIĞA gidiyor…
Hatta KOŞUYOR…
Çünkü YARATILMIŞLARIN YARISI olan KADIN YOK OLUYOR!
Benim anam, bacım, sevgilim, kızım YOK OLUYOR.

Kadını YOK OLAN ülkenin gideceği yol bellidir…KARANLIK ve ONURSUZ bir gelecek….Bu işi PLANLI yürütenler İSLAMİ motifler ya da örnekler ile KADININ İKİNCİ SINIF KONUMA gelmesini doğal karşılamamızı bekliyorlar. ..Bu işe KURANI KERİMİ ortak koşmaları ne acı…mesela miras hukuku…erkek çocuğa 2 pay..kız çocuğa 1 pay…ya da kadının erkeğe İTAAT etmesini empoze eden garip ayet ya da sureler…belli ki burada büyük bir istismar var…Çünkü tüm alemi yaratan ALLAHIN kendi yarattığını aşağılaması söz konusu bile olamaz…Kuran’ı kendi amaçları için yorumlayanlar KADINI ikinci plana atmayı çok seviyor olabilir ama Biz hiç sevmedik…Şunu o kalın kafanıza sokun….


KADIN=ERKEK. …
ERKEK=KADIN dır…
Bazı konularda kadın bazı konularda erkek ÜSTÜN olabilir… Ama tüm bu zayıf ve üstün yönleri bir arada düşündüğünüzde tek bir gerçek var;
KADIN=ERKEK. …
ERKEK=KADIN. …
Bu GERÇEĞİ kabul etmemek bize her zaman kaybettirecek ve kaybettiriyor. .

8 MART KADINLAR GÜNÜYMÜŞ ! KADINI olmayan ülkenin kadınlar günü olmaz… Kutlanmaz. Burada yazılanlar size ters geldi ise vah benim ülkeme… Çünkü “sizler” sayesinde sonumuz gelecek.
KADIN benim diğer yarım ve benim diğer yarımdan vaz geçmeye niyetim yok…
Türkiye Ne zaman kurtulur?


Ülkenin üniter, ulus ve LAİK devlet yapısına inanan ve SAHİP çıkan 550 milletvekilinin YARISI ÇAĞDAŞ TÜRK kadını olduğu zaman bu ülke KURTULUR.Yani 550 vekilin yarısının KADIN olmasını isteyen MİLLİ İRADE..seçmen. .oy kullanan..sen ve ben. Buna karşı çıkanlar o KALIN KAFALARINA soksunlar bu gerçeği. Türk Kadını benim diğer yarımdır ve ben TAM olmak istiyorum… Çünkü onlara İHANET EDEMEM… Tüm bunlara yürekten inanmıyorsanız lütfen “sözde” sevdiğim kadın dediğiniz kadına
“SENİ SEVİYORUM” demeyin…
Çünkü çok komik ve acınası oluyorsunuz. …
LÜTFEN artık kadınların GÖZLERİNE ve BEYİNLERİNE bakmaya başlayın…
Türk Kadını ve erkeğinin daha aydınlık günlerde yaşaması dileklerim ile arz ederim.

Dr. Eray AYBAR

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

gitmek

Aralık 24, 2009 at 3:25 pm (günlük)

alıp başını gitmek, her şeyi geride bırakmak … hem çok zor hem de çok kolay .. ardında bırakacağın, senin gidisine üzülecekkimse yoksa-ki buna ailen de dahilse -çok kolay, ama içinden söküp atamadıkların varsa bi o kadar zor. kafam karışık, dünyam karışık … toparlanmann gerekliliğini en derininde hissetmek de cabası .. böyle karışık kalmayı kabul etse bünye bi sorun çıkmaz … ama tüm hücrelerin Bunu da reddediosa, dahası reddediosa seni istediğin yere git, karışıklığında gölgen gibi yanından eksik olmaz. “öz” unde ne olduğuna dair bir Fikrin yoksa, daha doğrusu olduğun sandığın “şey” olmadıgını farkettiğin anda hçbir şey düzgün Gitmiyor, kimse yanında durmuyor.

karar doğru mu yanlış mı bunu bile bilmeden bu yola girmek …

Kalıcı Bağlantı 6 Yorum

MEDYA ve MANİPÜLASYON

Kasım 2, 2009 at 9:06 am (akademik)

 

Kavram olarak manipülasyon:

Manipülasyon, yönlendirme, etki altına alma gibi daha çok zihinsel faaliyetleri açıklamada kullanılan bir kavramdır.

Haberler izleyiciye ulaşmadan önce medya menajerleri tarafından şekillendirilirler. Sosyal hayatın gerçeklerine uymayan, bilinçli olarak üretilen mesajlar  medya menajerlerini zihin menajeri haline getirirler. Realitenin yanlış olarak algılanmasına neden olan içeriği değiştirilmiş haberler birer mesaj haline gelerek kişileri manipüle eder. Manipülasyon, gücü elinde bulunduranların, başka bir deyişle toplumu yöneten veya yönetmeye çalışanların, iktidar ortaklarının halkı kendi ideolojileri doğrultusunda biçimlendirmek, istendik davranışları aşılamak için kullandıkları bir araçtır.

Schiller’e göre manipülasyon ancak yarı uyanmış bir kitlenin ortaya çıkması durumunda  kullanılır (Schiller, 1993: 10).  Doğrudan baskıyla idare edilebilen kitleler üzerinde manipülasyon uygulamak gereksizdir, onlar açıkça söyleneni zaten yaparlar.

İkna yöntemi olarak manipülasyon ortaya çıkan yeni bir olgu değildir. En canlı örneklerinden biri 1945  yılında yaşanmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan çok ciddi kayıplarla çıkan Sovyetler Birliği’nin Amerika’nın varlığını tehdit ettiği Amerikan toplumuna inandırılmıştır (Schiller, 1993:16).

Manipülataröler manipülasyonu 5 temel mit çerçevesinde uygularlar (Schiller,1993;19). Manipülasyon kavramını tam anlamıyla açıklayabilmek için Schiller’in bu 5 mitine değinmek gerekiyor. Bunlardan ilki “Bireyselcilik ve Kişisel Tercih Miti”. Manipülasyon esas olarak bu temel mit üzerine inşaa olmaktadır. Manipülasyon kavramıyla çok tezat olmasına rağmen manipülatörlerin en çok kullandıkları kavram “özgürlüktür”.  Yaptıkları özgürlük tanımında  bireyselliğin önemine değinirler.  Onlara göre bireysellik insanın özgürlüğünü sağlayan ve özgürlüğe hizmet eden en önemli şeydir. Bu sayede üretim araçlarının özel mülkiyette olmasını meşrulaştırırlar, tabii bu da kişinin vazgeçemeyeceği, onun uğrunda savaşması gereken bir hakmış gibi yansıtılır. Bu da beraberinde kişinin mülk edinme hakkı olmadan  kişiliğini koruyamayacağı mesajını kitlelere ulaştırır. Bu mit özgürlüğü tamamen kişisel bir olgu haline getirir. Buradan yola çıkarak kişi haklarının grup haklarından önce geldiği ve sosyal organizasyonun temeli olduğu gibi birtakım hayat bulmuştur.Bu görüşler boş zamanın ve maddi ödüllerin arttırılması ile saygınlık kazanmıştır.

Schiller’in mitlerinden ikincisi “Yansızlık Miti”dir. Bu mit ise manipülasyonun etkililiği ile yakından ilgilidir. Manipülasyonun etkisinin maksimum olabilmesi için varlığına ilişkin hiçbir unsurun fark edilmemesi gerekmektedir. Manipülasyon gerçek dışı bir realiteye ihtiyaç duyar. Bunun sebebi manipülasyonun varlığını sürekli inkar etmesidir.

Başta siyaset kurumu olmak üzere tüm kurumlar herkese eşit davranıldığı yönünde bir fikir uyandırmak ve bunu pekiştirmek için çalışırlar. Medya da böyle bir güven peşinde koşmaktadır. Medya sahipleri “ gazetecilik mesleği gereği”, yansızlıktan zaman zaman uzaklaşıldığını kabul ederler; ancak bunun kişisel hatalardan kaynaklandığını, kuruluş prensipleri çerçevesinde bir hata olmadığını da vurgulamaktadırlar. Sonuç itibariyle kişisel hataların önüne imkansızdır. Bu söylemle medyada yer bulan yanlı haberler, programlar meşrulaştırılır.

Medyanın kendini yansız olarak yansıtma çabalarından biri de “uzman görüşlere” başvurmasıdır. Hemen hemen tüm kanalların akşam haberlerinde yanlı uzmanlar çıkıp medyanın yansızlığını sergilerler.

Schiller’in üçüncü miti “Değişmeyen İnsan Tabiatı Miti”dir. Bu mitin temelini beklentiler oluşturur. Beklenti sosyal değişimin önünü açan bir faktördür. Bireylerin beklentileri çokken toplumda bir hareket görülür. İnsan doğasının yansıttığı izlenim, kişi davranışlarını etkiler. Bireyler kendi istekleri doğrultusunda değil; kendilerinden beklenildiğini inandıkları şekilde hareket ederler. Zihin manipülatörlerine göre ne insanın doğası ne de dünya değişmektedir.  Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bireylerin gelecekte yürütecekleri faaliyetler şeklen değişse de özü bakımından aynı kalacaktır. İnsanlar ileride de aile kuracaklar, onlar için çalışacaklar. Yani insan doğası değişmeyecektir.

Schiller’in konuya açıklık getirmesi bakımından başka bir miti ise “Sosyal Çatışmanın Varolmadığı Miti”dir. Zihin manipülatörleri sosyal bir çatışmanın varlığını reddederler. Onlara göre sosyal çatışmanın kökenleri diye bir şey yoktur. Onlar için “iyi” ve “kötü” vardır.  İyiliğin ve kötülüğün ait bulundukları sosyal kategorilerle olan rol dağılımın gerçeklerden uzaklaşması için yeterli bir sebeptir. Medya sosyal olayları anlamada, algılamada ve doğal olarak değerlendirmede son derce yetersizdir. “Sosyal meselelerin incelenmesi halkı huzursuz eder” önermesinden yola çıktığı için medya, sosyal çatışmanın özünü kavramada son derece uzaktır. Medya patronları ve iktidar için yapılacak en akıllı iş, bu tür konuların gündeme getirilmesini engellemektedir. Miti özetlemek, daha net anlaşılmasını sağlamak açısından, Schiller’in de kitabında yer verdiği örneğe değinmek istiyorum. 1960’lı yılların sonunda ABD’de Vietnam Savaş’ını protesto eden göstericilere fazlaca rastlanmaktaydı.  Durum karşısında kitle iletişim araçları şaşkına dönmüştü. Kısa bir süre sonra , tabii iktidarın da yardımlarıyla, kitle iletişim araçlarının akılları başlarına geldi. Zencileri, gençleri konu alan filmler yapıldı, sinema perdeleri ve televizyon ekranları bu filmlerin istilasına uğradı. Bu yöntem sayesinde düzenin tekrar yerine oturması sağlandı, aynı zamanda yapımcılar ceplerini doldurdu. Bu mite Türkiye’de çok sık rastladığımız bir örnek daha vermek istiyorum. Dikkat edilecek olursa son 5-6 yıldır (1999 depreminden bu yana) deprem uzmanları kritik dönemlerde (Yeni yasalar TBMM’den geçerken, azınlıklara ilişkin yeni sorunlar ortaya çıktığında…) özellikle görsel basında, yani televizyonlarda, boy göstermeye başlarlar. Amaç –iktidar açısından- o günkü problemin, halkı uyandırmadan (!), üstünü örtmektir.

Schiller’in son miti “Medya Pluralizmi Miti”. Bu mit çeşitlilik ve seçim kavramları üzerine kurulmuştur. Bu noktada bu iki kavramın birbiriyle ne kadar ilişkide olduğu görülmektedir. Seçmek ancak çeşitliliğin varolduğu durumlarda mümkündür. Gerçek seçenekler yoksa seçmek anlamsız ya da yönlendirici olur. Haberlerde olması gereken fikir çeşitliliğinin bir türlü gerçekleşememesinin sebeplerinden biri medya sahiplerinin çıkarlarının çakışmasıdır. Bu noktada medya realitenin tek bir versiyonunu sunmaktadır, o da onların kendi realitesidir. Günümüzde yapımların tek düzeliliği ve birbirinin taklidi olması kuşkusuz herkesin dikkatini çekmiştir. Kanalların her biri olabildiğince fazla izleyiciyi kendi programlarının tiryakisi yapma çabasındadır. Çok güncel bir örnekle söylediğimi somutlaştırayım: BBG Evi ile başlayan “röntgencilik” furyasının etkileri şu anda hemen hemen tüm kanallarda kendisini gösteriyor. Bu formatta yapılan evlendirme yarışmaları şu anda birçok kanalda izleyicinin beğenisine sunulmuştur. Bu programlarda yapılan “şok açıklamalar” aracılığıyla diğer basın organları kendine malzeme çıkarabilmektedir. Kitle iletişim araçlarını sayıca fazla olması  özgürce bilgi seçebilme gibi bir şansımızın bize aşılamaktadır. Medyanın amacı izleyicilerin dikkatini kendi varlığı üzerine çekmektir.

Mitler insanlar hükmetmek için kullanılmaktadır (Schiller,1993:42). Mitlerin başarısı ve de verimi(!) insanların maniple edildiklerinin farkına varmaları ile ters orantılıdır. Farkındalık azaldıkça mitlerin etkinliği ve gücü artar.

Radyo ve televizyon haberleri çok hızlı bir yayın akışı içinde gerçekleştirilmektedir ve böylece anlaşılması zor bir hal almıştır.  En çok yatırım yapılan alanlardan birinin haber havuzu olmasına rağmen  haberlere,yarışma programlarına kıyasla, çok az zaman ayrılmaktadır. Bu çelişki bir yöntemle açıklanabilir: Haber Bombardımanı. Haberler izleyici/dinleyicinin anlama düzeyini en aşağıya çekecek şekilde verilmektedir. İzleyiz/dinleyici bir haberden diğerine geçildiğinin farkına bile varmadan haberlerin bitiş jeneriği duyulmaktadır. Haberler sırasında yayınlanan reklamlar halkın bütünü kavramasını engellemekte, böylece gerçeklerin gizlenmesi engellenmektedir. Aynı durum yazılı basında da vardır. Gazeteler, haberlerini sayfalar arasına, reklamlarla iç içe olmak üzere serpiştirmektedir.Amaç haber ile reklamın iç içe geçip, reklamların da haberler kadar dikkat çekmesini sağlamaktır.

Güncellik olgusu, bölünmüşlüğe hız kazandırmaktadır (Schiller ,1993:46). İzleyici/dinleyiciye haberi taze verme çabası gibi görünenler de aslında manipülasyonun başka bir yoludur. Haberlerin ömrünün kısa olması, devamlı güncellenmesi bir önceki haberin kavranmasını güçleştirir ve dolayısıyla çok kısa sürede unutulmasına sebep olur. Haberlerin yayınlandığı stüdyolarda spikerin arkasında bilgisayar başında çalışan insanların görüntüsü güncellik olgusunun önemini kavramada aslına çok ciddi göstergelerdir. Burada verilmek istenilen mesaj “biz gece gündüz burada size haberi hemen ulaştırmak için çalışıyoruz”dur aslında.

Bu noktada propaganda kavramına değinmek konuya açıklık getirmek açısından işlevsel olacaktır. Propagandanın işlevi insanları belirli bir fikir, ideoloji doğrultusunda güdülemektir (Tekinalp, Uzun, 2004: 88). Propaganda, kişilerin dikkatlerini, onlara fark ettirmeyecek şekilde,  istenilen noktalara çekmektir. Kitle iletişim teknikleri değiştikçe ve geliştikçe propaganda yaygınlaşmakta ve her alanda kişilerin karşısına çıkmaktadır. Çünkü kitle iletişim araçlarının eğlendirme ve “bilgilendirme”nin dışında başka bir işlevi daha vardır: kişileri toplumun kurumsal yapısıyla bütünleştirecek değerleri, inançları ve davranış biçimlerini kişilere şırınga eder. Propaganda ve kitle iletişim araçlarından söz ederken Toplumsal Denetim Kuramı’na değinmeden de geçemeyeceğim. Toplumsal denetim bireyleri, yani toplumu, bir bütün halinde tutma işlevi görür. Gurvitch bu olgunun açıklanmasında üç noktanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini vurgular: Toplumsal denetimin kaynağı, biçimi ve araçları. Gurvitch’e göre toplumsal denetimin kaynağı birey,grup ya da iktidar olabilir; biçimi yazılı ve sözlü kurallar; aracı ise psikoloji baskı araçlarıdır (Tekinalp, Uzun, 2004:90). Kitle iletişim araçlarının bu noktadaki işlevi ve önemi denetimi halka yaymaktır.

Propaganda sisteminin işleyişi fark edile bilinir mi? Chomsky bu soruya ikili bir yanıt vermektedir: Kitle iletişim araçlarının devletin tekelinde bulunduğu ülkelerde, sansür de çok yaygın olduğu için, bu anlaşılır. Ancak kitle iletişim araçlarının özel sektörün elinde bulunduğu ülkelerde propagandanın işleyişini kestirmek çok zordur. Bu tarz ülkelerde medya belli aralıklarla hükümetin veya holdinglerin yolsuzluklarını gün ışığına çıkararak kendilerini genel toplum çıkarlarını savunan kahramanlar olarak ilan ederler. Türkiye’nin bu iki modelden hangisine girdiğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Peki medya haberlerini nerden buluyor? Medya için en önemli şey güvenilir ve düzenli haber hammaddesi akışıdır (Herman, Chomsky,1998:59). İktidar ve popüler holdinglerle şirketler hakkındaki haberler medya için idealdir. Bu noktada medyanın dikkat etmesi gereken nokta halka kendini “nesnel” yansıtmasıdır. Bu noktada, kitle iletişim araçlarının özel sektörün elinde bulunduğu ülkelerde medya bir kısır döngü içindedir. Bir yandan kendini nesnel yansıtmak adına, ara sıra da olsa, hükümetin yolsuzluklarını ortaya çıkarır; öte yandan iktidarı kızdırmaktan kaçınır. Bu açıdan medya kendi çıkarlarını korumak adına doğruluğu kolayca iddia ve ispat edilebilecek, kendisini maddi ve manevi açıdan zarara sokmayacak haber malzemesini kullanır. Hükümet ve iş çevreleri de “haber kaynağı olmanın üstün konumlarını pekiştirmek için haber kuruluşlarının işlerini en rahat şekilde yapmalarını sağlarlar (Herman, Chomsky,1998:53). Bu tarz güçlü çevreler düzenli haber kaynağı haline gelerek araladıkları medya kapısından içeri girerken yanlarına tehdit ve ödül gibi araçları da almayı unutmazlar. Bu araçlar sayesinde rakiplerini medyada temsil edilmelerini engelleyebilir ya da rakiplerinin aleyhinde bir propagandaya girişebilirler. Medya, eğer kendinden beklenilen aksini yaparsa “tepki” alabilir. Tepki niceliksel olarak geniş bir çevreden ya da medyaya maddi ve manevi kaynaklığı yapan bir çevreden gelirse medya bundan büyük rahatsızlık duyar. Başka bir deyişle tepki veren organın gücüyle medyanın duyacağı rahatsızlık doğrusal bir ilişki gösterir.

Tepkinin medya açısından ciddi bir tehlike oluşturmasının başka bir sebebi de tepkini çok kısa bir zamanda büyümesi ve yayılabilmesidir. Tepki üreten ya da bu güçte olan odaklar veya kitleler birbirlerinin güçlerine güç katarlar. Hükümet en güçlü tepki organıdır. Kendi doğrularından sapan medyaya aba altından sopa göstererek medyayı doğru yola sevkeder . Az önce bahsi geçen Schiller’in Medya Pluralizmi Miti ile burada bir bağ kurulabilir.  Türkiye’de geçtiğimiz 6 ay içinde özel TV kanallarında ruhani ve doğaüstü olayları konu alan hayat hikayeleri dizi şeklinde verilmektedir. Burada dikkat çekici olan bu tarz programların aniden ve bulaşıcı bir şekilde birçok kanalda kendini göstermesi. İnsanın aklına ister istemez bir “acaba neden” sorusu takılıyor; ancak şu an iktidardaki hükümetin ideolojisini anımsayınca akıllarda “ampul” yanıyor. Bu tarz programlar aynı zamanda varolan  gündemi destekleyici ya da değiştirici programlardır. Gündem oluşturma kuramına göre, iletişim araçlarını büyük ağırlık verdiği konular, halkın önemli olarak algılayacağı konulardır. Bu kuramın ana varsayımına göre, kitle iletişim araçları halka “ne düşüneceklerini” söylemede çoğu kez başarılı olamayabiliyor, fakat “ne hakkında düşüneceklerini anlatmada son derce başarılılar (Tekinalp, Uzun, 20004:131). Yine çok gündemde olan kaynana ,gelin ve damat adayları konuya açılık getirmek açısından birebir örneklerdir. Kendi içinde durağan olan ve tekrarın tekrarını yeniden üretim diye halkın önüne sunmak medyanın kullandığı başka bir manipüle yöntemidir. Televizyon programlarıyla ortak bir iletiler ve imgeler dünyası yaratır. Gerbner’e göre televizyonu tek haber kaynağı olarak görenler  televizyon dünyası ile gerçek dünya arasında ilişki kurmakta zorlanmaktadırlar. Kültürel Göstergeler kuramına göre kişinin TV izleme sıklığı arttıkça gerçek dünyayı algılama yeteneği azalmaktadır.

Bu noktada Baudrillard’ın simülasyon kavramı devreye girmektedir. Baudrillard’ın simülasyon kuramı en sade tanımı ile olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon, gerçeğin tüm görsel özelliklerine sahip olduğu halde, gerçeğin kendisi olmayandır (Adanır,2004:19).

. Simülasyon evreni görünümler evrenidir, yani bir caydırma eylemidir. Caydırmanın en önemli kozu görüntü,ses ve sözü bir arada kullanan medyadır. Baudrillard’a göre kitle iletişim araçlarının temel fonksiyonu kitle toplumunu oluşturmak ve varlığının devamını sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarının amacı halka, düzende bir aksaklık olmadığını, her şeyin mükemmel işlediğini kanıtlamaktır. Bu sayede kitle susturuluyor, düzenin amacına hizmeti sağlanıyor. Yani düzen, kitlenin rızasını bir şekilde imal ediyor.

Medyadan bu kadar bahsettikten sonra Türkiye’de medya ortamına bir göz atalım. Türkiye’de 1970’lerde medya holdingleşmeye çalışırken, 1990’lı yıllarda holdingler medyaya girmeye başlamıştır. Bu süreç özel TV yayıcılığına geçilmesiyle hızlanmıştır (Dursun, 2001: 146). Sadece reklam gelirlerinin riskleri medya ile siyasal iktidar arasındaki çıkar ve politik yönelimli bağlantıların gelişmesi için gerekli zemini oluşturdu (Dursun, 2001: 149). Türkiye‘de medya ile iktidarın ç içe geçmişliğinin temel sebebi medya dünyasının devletin ucuz kredileri, resmi ilanlar, yatırım teşvikleri gibi devlet kontrolünde olan kaynaklarla hayat bulmasıdır (Dursun, 2001: 150).

Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda ana haber bülteninden hemen sonra gelen “günün yorumu” gibi günün genel bir değerlendirilmesini yapıldığı yorum köşelerini kuşkusuz herkes hatırlayacaktır. Bu bölümler kanalın genel yayın politikasını doğrudan destekleyen ve kanalın olaylar karşısındaki duruşunu pekiştirir nitelikteydi. Yani haberlerdeki yorumla filtreden geçemeyen seyirciyi bu “yorum” bölümleri ile manipüle etmek, başka bir deyişle kovaya kazandırmak bu bölümün asıl işleviydi.

Başka bir özel kanal daha etkileyici, bir yol seçmiştir. Ana haber bülteninde hemen sonra bir çizgi bölümü koyan bu kanal, siyasal parti liderlerini politik ilişkilerini, güncel olayları karikatürize ederek ideolojik iletilerini belirli bir sistem dahilinde izleyicilere verme amacındadır. Bu mizahi köşenin içeriği haberin ideolojisinden pek de farklı değildir.

Önemli bulduğum başka bir manipüle yöntemi haberin veriliş aşamasında başka haberlerle ilgili ki, bu da genelde mankenleri konu alan magazin ağırlıklı haberlerdir, yazıların alt yazı olarak geçmesidir. İzleyici, bir anlamda hedef, bu yöntem sayesinde tamamen uyutulmakta ya da algısı başka yöne doğru çekilmektedir. TV reklamlarından alışık olduğumuz “az sonra” deyişi ana haber bültenlerinde de artık kendine bir yer bulabilmektedir. Haberin akışı devam ederken ekranın alt köşesinde bir uyarı kendini gösterir ve sonraki haberin konusunun ne olduğu hakkında izleyiciyi “bilgilendirir”. Özetle alt yazı yöntemi ve sonraki habere ilişkin izleyiciyi “bilgilendirme” gibi manipüle yöntemleri günümüzde en çok kullanılan yöntemlerden biridir.

 

Kaynakça:

–          CHOMSKY, N, HERMANN, “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir-Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği, Çev: AKYOLDAŞ, B, HAN, T, ÇETİN, M, KAPLAN, İ,  Minerva Yayınları, 1998, İstanbul

–          DURSUN, Ç, “TV Haberlerinde İdeoloji”,  İmge Yayınevi, 2001, Ankara

–          TEKİNALP, Ş, UZUN, R, “İletişim Araştırmaları ve Kuramları”, Derin Yayınları,2004, İstanbul

SCHILLER, H, “Zihin Yönlendirenler”, Çev: CERİT, C, Pınar Yayınları, 1993, İstanbul  – ADANIR, O, “Baudrillard’ın Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler, Dokuz   Eylül Yayınları, 2004,

Kalıcı Bağlantı 2 Yorum

Lois Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları

Ekim 31, 2009 at 1:50 pm (akademik)

A) Hayatı:

Louis Althusser, 16 Ekim 1918’de Birmandreis’te (Cezayir) doğdu. Althusser, 1937’de Katolik gençlik hareketi Jeunesse Etudiante Chrétienne’e katıldı. Okulda parlak başarıları olan bir öğrenciydi ve Paris’te seçkin bir okul olan École Normale Supérieure (ENS)’e kabul edildi. Ancak, İkinci Dünya Savaşı öncesinde kendini askere yazılmış olarak ve Fransa’nın düşmesini takiben bir çok Fransız askeri gibi bir Alman savaş esir kampında buldu. Burada Komünizme yönelimi başladı. Savaştan sonra, 1945-1948 yılları arasında ENS’nin felsefe bölümünde öğrenciliğini sürdürerek, Gaston Bachelard’ın yönetiminde yazdığı “Hegel’in felsefesinde içerik kavramı” adlı bitirme teziyle mezuniyet diplomasını alır ve doçentlik (Agregation) sınavını verir. 1948’de ENS’de müzakareci olarak çalışmaya başlar (sonra asistan, daha sonra da doçent olacaktır). Burada eğitim verdiği 30 sene boyunca Michel Foucault, Michel, Verret, Pierre Bourdieu, Michel Serres, Jacues Derrida, Alain Badiou, Jean-Marie Villegier, Jacues Bdouveresse, Andre Comte-Sponville gibi isimlere öğretmenlik yapmıştır (Balibar, 1991: 136). 1947’de elektrokonvülsif terapi (elektro şok tedavisi) gördü. Althusser hayatının geri kalan kısmında düzenli tekrarlayan ruh hastalığından muzdarip oldu.

 

1960’lı yıllar Dünya savaşlarının geride bırakıldığı , Dünyanın komünist ve kapitalist olarak iki parçaya bölündüğü, ve giderek kapitalizmin egemenliğini hissettirmeye başladığı, komünist yönetimin ve faşizmin baskıcılığı ve totalitarizmi ile yüz yüze gelindiği yıllardı.  Ekonomik indirgemecilik yapan Marksistlerin iddia ettiği gibi ne komünizm kapitalizmin yani altyapının en çok geliştiği ülkede ortaya çıkmış, ne de üstyapıya ait olan din altyapıdaki üretim ilişkilerinin değişmesiyle bir anda ortadan kalkmıştı. Marksizm kendisine bu konuda yöneltilen eleştirilere yeterli bir cevap veremiyordu. Althusser tam da bu dönemde yapısal nedensellik, üstbelirlenim gibi kavramları ortaya sürerek bu eleştirilere cevap vermeye çalışıyor, hem de Marksizm’i ekonomik indirgemeci yorumlardan arındırmayı amaçlıyordu.

Althusser’i kuramını etkileyen iki ayrı kaynak daha vardı; Marksizm’in içinde var olan kuramsal akımlar ve Fransa’da güçlü olan kuramsal akımlar. O dönemde Marksizm içerisindeki kuramsal tartışmalarda önemli olan ve Althusser’in kuramını oluşturması üzerinde etkili olan iki isim vardı: Lukacs ve Gramsci. Bu donemde Fransız entelektüel yaşamında ise baskın olan ve birbirleriyle çatışan iki ayrı akım vardı: insan merkezli, hümanist egzistanyalizm ve Levi Strauss’un çalışmalarıyla yeni yeni gelişmeye başlayan yapısalcılık (Sezgin, 2003: 224-225). Althusser egzistanyalizmden değil de, yapısalcılıktan belli bir ölçü de etkilenmiştir. Althusser’in  insan öznenin sadece iradesiyle tarihi değiştiremeyeceğini söyleyerek hümanizme karşı geliştirdiği tavır ve kuramının belli yerlerinde yapısalcı kavramlarından yararlanması bunun işareti olarak kabul edilebilir.

Mayıs 1968 olaylarına bir çok öğrencisinin katılmasına rağmen , Althusser gelişmeleri başlangıçta sessiz kalarak seyretti. Daha sonra ise, öğrencileri solculuğun çocukluk hastalığının kurbanları olarak tanımlayan resmi FKP çizgisini takip edecektir. Bunun sonucu olarak Althusser bir çok eski taraftarının eleştirisine uğrayacaktır. Bu eleştirilere verdiği yanıtta, daha önceki çalışmalarının hatalar içerdiğini itiraf ederek bazı pozisyonlarını düzeltmiş ve daha sonraki çalışmalarında belirgin bir değişim vurgusu gözlemlenmiştir.

16 Kasım 1980’de eşini boğarak öldürdü. Althusser olay anıyla ilgili bir şey hatırlamadığını iddia etmiştir. Eşi öldüğü sırada eşiyle yalnız olduğu için bu konuda bir sonuca varmak zordur. Althusser’de “sorumluluk eksikliği rahatsızlığı” teşhis edilmiş ve dava edilmemiş bunun yerine Sainte-Anne Psikiyatri Hastanesi’ne yatırılmıştır. Althusser 1983 yılına kadar hastanede kaldı. 23 Ekim 1990’da 72 yaşında kalp krizinden öldü.

Yayımlanan Eserleri[1]

  • Montesqieu, politika ve tarih (Montesquieu, la politique et l’histoire), PUF, 1959.
  • Marx İçin (Pour Marx), Maspero, « Kuram » dizisi, 1965.
  • Kapital’i okumak (Lire Le Capital), (Etienne Balibar, Roger Establet, Pierre Macherey ve Jacques Rancière’le birlikte), Maspero « Kuram » dizisi, 2 cilt, 1965.
  • Lenin ve Felsefe (Lénine et la philosophie), Maspero « Kuram » dizisi, 1969.
  • John Lewis’e cevap (Réponse à John Lewis), Maspero « Kuram » dizisi, 1973.
  • Felsefe ve bilim adamlarının kendiliğinden felsefesi, Philosophie et philosophie spontanée des savants (1967), Maspero « Kuram » dizisi, 1974.
  • Özeleştirinin temelleri (Éléments d’autocritique), Hachette « Analiz » dizisi, 1974.
  • Konumlar (Positions), Éditions Sociales, 1976.
  • XXII. Kongre (XXII’e Congrès), Maspero « Kuram » dizisi, 1977.
  • Komünist Parti’de daha fazla süremeyecek olan (Ce qui ne peut plus durer dans le parti communiste), Maspero « Kuram dizisi », 1978.
  • Gelecek uzun sürer (L’avenir dure longtemps), Stock / IMEC, 1992.
  • Tutsaklık Güncesi (Journal de captivité, Stalag #4 1940-1945), Stock / IMEC, 1992.
  • Psikanaliz üzerine yazılar. Freud ve Lacan (Écrits sur la psychanalyse. Freud et Lacan), Stock / IMEC, 1993.
  • Felsefe üzerine (Sur la philosophie), Gallimard « Sonsuz » dizisi, 1994.
  • Felsefe ve marksizm: Fernanda Navarro’yla söyleşiler (Philosophie et marxisme : entretiens avec Fernanda Navarro (1984-1987)
  • Felsefenin dönüşümü: Grenada Konferansı (La Transformation de la philosophie : conférence de Grenade) (1976).
  • Felsefi ve politik yazılar 1 (Écrits philosophiques et politiques 1), derleyen: François Matheron, Stock / IMEC, 1994.
  • İyi duygular enternasyonali (L’internationale des bons sentiments) (1946)
  • Hegel’e dönüş (Le retour à Hegel) (1950)
  • Evlilik müstehcenliği hakkında (Sur l’obscénité conjugale) (1951)
  • Sınırları içinde Marx (Marx dans ses limites) (1978)
  • Yeniden üretim üzerine (Sur la reproduction), PUF, « Güncel Marx Tartışmaları» dizisi, 1995.
  • Felsefi ve politik yazılar 2 (Écrits philosophiques et politiques 2), derleyen: François Matheron, Stock / Imec, 1997.
  • Machiavelli ve biz (Machiavel et nous) (1972-1986)
  • Feurbach üzerine (Sur Feuerbach) (1967)
  • Lévi Strauss üzerine (Sur Lévi Strauss) (1966)
  • Brecht ve Marx üzerine (Sur Brecht et Marx) (1968)
  • Cremonini, soyutun ressamı, (Cremoni, peintre de l’abstrait) (1977)
  • Lam (1977)

Machiavelli’nin yalnızlığı (Solitude de Machiavel), Yves Sintomer’nin sunuşuyla, PUF « Güncel Marx Tartışmaları» dizisi, 1998.

B)    Althusser’in Temel Kavramları

 

Althusser’in kuramsal çabası, Gramsci’ninkine benzerlik göstermektedir. O da, gelişmiş bir kapitalist sistem içinde ideoloji ile iktidar arasındaki bağlantıyı ortaya koymaya çalışmıştır. Althusser’in egemen ideoloji  yaklaşımının temelinde yatan amaç, açık bir zora dayanmayan yönetme süreçlerinin  bilgisini ortaya çıkarmaktır. Bu bağlamda Althusser ideolojiye, toplumsal bütünlüğü (formasyonu) yeniden üreten önemli bir işlev yüklemektedir. Sistemin yeniden üretilmesinin temeli siyasal ve ekonomik iktidarın ideolojik bir ikna sürecine dayanarak varolabilmesinde yatar (Üşür, 1997: 41).

Althusser, Marks’ın yaşantısında epistemolojik bir kopuş geçirdiğini savunur. Althusser’e göre Marks’ın erken dönem yazıları hümanistik ve öznelciydi ve hala Hegelci idealizme bulaşıktı. Buna karşılık sonraki çalışmalarında, örneğin Kapital’de Marks nesnel ve bilimsel bir yaklaşımı destekler. Althusser, sonraki daha materyalist görüşün üstün olduğuna inanır (Smith, 2001: 78-79). Althusser Marks’ın epistemolojik kopuşu ile ilgili önemli birkaç noktaya değinir. Kendi ifadesiyle (Althusser, 2002: 43, 44):

 

“Marks’ın eserinde açık seçik bir epistemolojik kopuş, bizi Marks’ın gösterdiği noktada, eski felsefi (ideolojik) bilincini eleştirdiği ve sağlığında yayımlanmamış eserde görülür: Alman İdeolojisi.(………….). Bu epistemolojik kopuş, birbirinden ayrı ve teorik iki disiplini birlikte içerir. Marks, tarih teorisini (tarihsel materyalizm) kurarken, aynı anda, önceki ideolojik felsefi bilincinden koptu ve yeni bir felsefe (diyalektik materyalizm) kurdu.(…….) Bu epistemolojik kopuş, Marks’ın düşüncesini iki büyük temel döneme ayırır:  1845 kopuşundan önceki, hala “ideolojik” dönem ve 1845 kopuşundan sonraki bilimsel dönem. Bu ikinci dönem de iki evreye ayrılabilir: Marks’ın teorik olgunlaşma evresi ve teorik olgunluk evresi”.

 

Althusser, Marks’ın doktora tezinden 1844 El Yazmaları’na ve Kutsal Aile’ye tüm metinlerini Marks’ın Gençlik Eserleri olarak adlandırmıştır. Feuerbach Üzerine Tezler ve Alman İdeolojisi eserlerini “kopuş eserler”i olarak; 1845-1857 dönemi eserlerini de “olgunlaşma eserler”i olarak isimlendirmiştir. Son olarak 1857’den sonraki tüm eserleri “olgunluk eserler”idir (Althusser, 2002: 44, 45).

Althusser’in Marksist kurama sağladığı önemli katkılardan biri yeniden üretim meselesini hem altyapı-üstyapı birliğinin içinde kalarak, hem de ekonomizmi savunduğu gibi üstyapının altyapının yansıması olduğu fikrine reddederek açıklamasıdır. Klasik Marksist anlayışta, özellikle tarihsel materyalizm kuramında, temel belirleyen ekonomidir. Engels’in kendi ifadesiyle (akt. Çoban, 1006: 100):

 

“Tarihimizi kendimiz yaparız ama başta, çok belirli önceller (antecedent) ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olan,  ekonomik olanlardır. Ama politik olanlar v.b. ve insanların uslarından çıkmayan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da rol oynarlar”.

 

Althusser’e göre “toplumsal formasyon üç pratikten oluşur: ekonomi, politika ve ideoloji…..Tümünün kendi özgünlüğü ve etkililiği vardır. Bu kavramlaştırma temel/üst yapı ilişkisinde bir kırılmayı temsil eder” (akt. Çoban, 2006: 100). Althusser, böylece ekonomiyi tek belirleyen olmaktan çıkarır ve üst yapıya görece bir özerklik tanımış olur.

Althusser ekonomik indirgemeciliğe karşı, psikanalizden ödünç almış olduğu, “üstbelirlenim” kavramını kullanır. Üstbelirlenim, herhangi bir tarihsel dönemde, toplumsal formasyonu oluşturan farklı düzeylerin, bu düzeylerde yer alan çelişkilerin hem parçası oldukları yapıdan etkilenmelerini, hem de bu yapıyı etkilemelerini anlatır.

“Bir toplumsal formasyonda herhangi verili bir tarihsel an (moment) aynı zamanda farklı toplumsal çelişkiler arasındaki uzlaşım olarak temsil edildiği gibi, ekonomik, ideolojik, politik pratikler tarafından üstbelirlenir” (akt. Çoban, 2006: 101-2). Althusser Mao’nun kuramlarından da faydalanarak toplumsal yaşam içerisindeki çelişkilerin çözümlenmesi sürecini yeniden kuramsallaştırır:

 

“Çelişki, içinde işlediği tüm toplumsal bedenin yapısının ayrılmaz bir parçasıdır. Onun biçimsel varoluş koşuları’nın ve hatta yönettiği merciler’in ayrılmaz parçasıdır, dolayısıyla kendisi de, özünde, onlardan etkilenir, tek ve aynı hareket içinde hem belirleyici hem belirlenendir ve harekete geçirdiği oluşumun çeşitli düzeyler’inde ve çeşitli merciler’inden belirlenir: bu çelişkinin kendi ilkesi içerisinde üstbelirlendiğini söyleyebiliriz. Belirleyen ve belirlenen birbiriyle olan ilişkileri, karşılılıkları, toplumsal çelişkilerin çok yönlülüğü ve çok katmanlılığını göstermeye çalışır, çünkü “toplum birbiriyle üstbelirleme ilişkilerinde olan çok katlı çelişkilerden meydana gelmiştir” ” (akt. Çoban, 2006: 102).

 

Çelişkinin eşitsiz gelişimi ise herhangi bir toplumsal formasyonda varolan çelişkilerin belirleyiciliğinin birbirleriyle aynı olmadığı anlamına gelir. İçlerinden herhangi bir çelişki başat konuma geçebilir. Toplumsal formasyonun diğer bütün unsurlarını tümüyle belirleyen bir merkezi yoktur, fakat gene de toplumsal formasyonda başat olan bir unsur vardır.

C)    Üretim Koşullarının Yeniden Üretimi Üzerine

Althusser’e göre üretimin vazgeçilmez koşulu, üretim koşullarının yeniden üretilmesidir. Her toplumsal formasyon bir egemen üretim tarzından kaynaklanır. Üretim süreci , belirli üretim ilişkilerinin egemenliği altında ve bu üretim ilişkilerinin içinde var olan belirli üretici güçleri harekete geçirir. Althusser, buradan,  her toplumsal formasyonun var olabilmek için bir yandan üretirken ve de üretebilmek için, aynı anda üretim koşullarını da yine üretmesi gerektiği sonucunu çıkarır. Yani üretim güçlerini ve var olan üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi gerekmektedir (Althusser, 2006: 46). Althusser üretim güçlerini (Althusser, 2005: 51):  Çalışma nesnesi + üretim araçları +  emek gücü olarak formülleştirmiştir. Tarihin gerçek öznesi olan üretim ilişkileri, eylemlerinin çerçevesini oluşturacak biçimde insanların rollerini ve konumlarını belirler. Bu bağlamda insan, üretim sürecinin yapıcı öğesi değil, desteği veya taşıyıcısıdır (Çelik, 1999:124).

Aynı şekilde üretim araçlarının yeniden-üretimi de bir işletmenin hayatını devam ettirebilmesi için zorunludur. Üretim araçlarının yeniden-üretimi öteki işletmelerin de hayatta kalması için zorunlu koşullardan biridir. Burada akıllara Wallerstein’ın “artı değerin ara piyasalar tarafından paylaşılması” tezi gelebilir. Althusser de üretim araçlarının yeniden üretilmesinin diğer piyasa kollarına kar sağladığını ve böylece ayakta kaldığını belirtmektedir. Bir diğer önemli kavram emek gücünün yeniden üretilmesidir. Emek gücünün yeniden üretimi, emek gücüne kendini yeniden- üretmesinin maddi aracı, yani ücret vererek sağlanır. Bunu, ücretli işçinin emek-gücünün yeniden üretilmesi için vazgeçilmez (barınması, giyinmesi ve yemesi…..) olan her şey dahildir. Ayrıca, proleterin kendini emek gücü olarak bedenlerinde yeniden-ürettiği çocukların eğitimi ve yetişmesi için vazgeçilmez olan her şey dahildir. Emek gücü yeniden-üretimi için gerekli ücretin yalnızca “biyolojik bir asgari ücret”in gerekleriyle değil, tarihsel, yani tarihsel olarak değişken bir asgari değerin gereklerine göre (ki Marks buna dikkat çekmişti: Fransız proleterine şarap, İngiliz proleterine bira gerekir) belirlenir (Althusser, 2006: 49-50). Althusser bu noktada şu soruyu sorar: Emek gücünün bu (zengin bir çeşitlilik gösteren) niteliklerinin yeniden üretimi kapitalist düzende nasıl sağlanır? “Emek gücünün yeniden-üretiminin yalnızca niteliğinin yeniden üretimi değil, kurulu düzenin kurallarına boyun eğmesinin de yeniden- üretimini, yani egemen ideolojinin işçiler için yeniden üretiminin ve sömürü ve baskı görevlileri için yönetici sınıfın egemenliğini “söz ile” sağlasınlar diye egemen ideolojiyi düzgün kullanma yeteneğinin yeniden üretimini de gerektirir” (Althusser, 2006: 51-2). Bu yeniden üretim de Devletin İdeolojik Aygıtları aracılığıyla gerçekleşir  Emek gücünün yeniden-üretimi “ideolojinin” pratiğinin yeniden-üretimini ortaya çıkarıyor.

Devletin ideolojik aygıtları kavramına geçilmeden önce tanımlanması gerek  bir kavram daha vardır: emek süreci. Althusser emek sürecini (Althusser, 2005: 46-7):

 

Bir çalışma nesnesiyle (işlenmemiş madde, hammadde, evcil hayvanlar, toprak, v.s.) çalışan, bu amaçla çalışa araçlarını (çok az gelişmiş aletler, daha sonra makineler, v.s.) kullanarak çalışma nesnesini bir yanıyla doğrudan insani ihtiyaçları tatmin etmeye özgü ürünlere (besin, giysi, konut, v.s.) ve diğer yandan emek sürecinin sonradan devamını sağlamaya yönelik çalışma aygıtlarına “dönüştüren” emek süreci eyleyicilerinin sistematik olarak kurala bağladığı, gerçekleştirdiği bir dizi işlemdir”

 

D)    Devletin İdeolojik Aygıtları ve İdeoloji

 

Daha öncede belirtildiği üzere Althusser altyapı-üstyapı sorunsalına birinin diğerine tahakkümü olarak yaklaşmaktan uzak durmaktadır. “Ekonomik, politik ve ideolojik süreçler farklı toplumsallık düzeyler olarak birbirine indirgenemezler ve karşılıklı etkileşim içindeki bir özerklik ilişkisine sahiptirler. Ekonomik olgular, kendilerini, olduğu gibi politik ve ideolojik düzeylerde yansıtamazlar ve temsil edemezler; bu temsil ilişkisi dolayımlı, sembolik ve çoğu zaman farklılaşmış bir hali gelebilir. Bu nedenle, kapitalist bir toplumsal sistemde temel yapısal özelliklerin (üretim güçlerinin ve ilişkilerinin kendisini yeniden-üretebilmesi, çoğu zaman ideolojik ve politik süreçlerin bir tarzda kurup öznelere onaylatmasına bağlıdır” (Üşür, 1997: 42).

Althusser’e göre ideoloji, bireylerin beynindeki manevi bir var oluş biçimidir. İdeoloji toplumsal bütünlüğün çeşitli düzeyleri arasındaki işleyişin bireysel bilinçler üzerinde oluşturduğu şekillendirmedir. Yani ideoloji bireylere dışsal ve nesneseldir; özne tarafından üretilmeyen; ancak özneyi üretendir (Üşür, 1997: 43).

Althusser ideolojinin içinde yer aldığı aygıtları, Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA’lar) olarak alır ve bunları açıklamak için öncelikle Devlet aygıtı ile Devlet iktidarı arasında bir ayrıma gider. Devlet aygıtını ise Devletin  İdeolojik Aygıtları ve Devletin Baskı Aygıtları (DBA’lar) olarak ayırır. Devletin ideolojik aygıtlarının neler olduğu ve Althusser’in onları nasıl tanımladığına geçemeden önce Althusser’in yol göstericisi Marks’ın “devlet” kavramından ne anladığına bakmakta fayda olacaktır. Marksist gelenekte devlet, “yönetici sınıfların (19. yüzyılda burjuva ve büyük toprak sahipleri “sınıfı”) artı-değeri sızdırma sürecine (yani kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı “makines”dir. Öyleyse, devlet her şeyden önce Marksist klasiklerin “devlet aygıtı” adını verdikleri şeydir” (Althusser, 2006: 60, 61).

Althusser, Marksist  devlet kuramına devletin ideolojik aygıtları (DİA) ve devletin baskı aygıtları (DBA) kavramlarını ekliyor. Altuhsser’e göre Gramsci bu ayrımı sezmiş, ancak kısmi belirtmeler olarak kalan bu sezgilerini sistemleştirememiştir. DİA’lar hem kamusal hem de özel alan içerisinde yer alan farklı aygıtları içerir; Dini DİA, Öğretimsel DİA, Hukuki DİA, Siyasal DİA, Sendikal DİA, Haberleşme DİA’ sı ve Kültürel DİA. DİA’ların görünüşteki dağınıklarının aksine DBA’ları kamu alanında işlerler ve Hükümet, Yönetim, Ordu, Polis, Mahkemeler ve Hapishaneler gibi aygıtları kapsarlar (Althusser, 2006: 63). Althusser, her iki yapının da baskı uygulayarak işlediğine vurgu yapar. Ancak DİA’lar ile DBA’ların aynı şeyler olduğu yanılgısına düşmemek gerekir. O halde birbirlerinden hangi noktalarda ayrılırlar? DBA öncelikle baskıya ağırlık vererek işlerler; ancak ikincil olarak ideolojiyi kullanırlar. DİA’lar da tam tersine öncelikle ideolojiye ağırlık vererek işlerler ancak ikincil durumlarda baskı kullanarak işlerler. Bütünüyle baskıya ya da ideolojiye dayanan bir aygıt yoktur (Althusser, 2006: 65). Bu yüzden bu iki aygıt arasında açık ya da örtük ilişkiler söz konusudur.

Başka bir ayrım ise, DBA’lar tümüyle kamuda bulunması, ancak DİA’ların büyük bir bölümü özel alanda bulunmalarıdır. Burada dikkat çeken bir nokta DİA’ların çoğunun özel alanda yer alıyor gibi görünmesine rağmen nasıl oluyor da devletin aygıtı olarak görüldüğüdür. Althusser kafa karıştırıcı bu noktayı kamu ve özel ayrımının burjuva ideolojisine ait bir ayrım olduğunu belirterek ve önemli olanın bu kurumların nerde yer aldıkları değil, nasıl işledikleridir diyerek aşmaya çalışır (Althusser, 2006: 64). DİA’lar, ideolojiye öncelik vererek işlediklerine göre egemen ideolojinin altında daima bir birliğe sahiptirler. Egemen sınıf devlet iktidarını, dolayısıyla DBA’yı da, elinde bulundurduğuna göre, DİA’larda da etkin oldukları söylenebilir. Tabii belirtmek gerekir ki, hiçbir sınıf Devletin İdeolojik Aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını kalıcı olarak elinde bulunduramaz.  Egemen iktidar DBA’da yaptıkları gibi DİA’larda tam bir hakimiyet kuramazlar. dışında bir sebep oraya atar. Althusser, bunun sebebi olarak, eski egemen sınıfların DİA’larda uzun zaman boyunca sağlam konumlara sahip olmalarının dışında, sömürülen sınıfların direnişinin, DİA’larda, ister var olan çelişkileri kullanarak, ister mücadele ile savaş mevzileri kazanarak sesini duyurma yolu ve fırsatını bulabilmelerinden kaynaklandığını düşünmektedir (Althusser, 2006: 67-8).

Devletin ideolojik ve baskı aygıtları üretim ilişkilerin yeniden üretimini sağlamaktadırlar. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinde DİA’lar ile DBA arsıda bir işbölümü söz konusudur (Althusser, 2006: 70-1):

 

“Devlet (Baskı) Aygıtının rolü, son kertede sömürü ilişkileri olan üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin siyasal koşullarını, baskı aygıtı olarak, özünde zor (fiziksel ya da değil) kullanarak sağlamaktan ibarettir. Devlet aygıtı büyük ölçüde kendi yeniden üretimine katkıda bulunmakla kalmaz, aynı zamanda ve de özellikle, baskı yoluyla Devletin İdeolojik Aygıtlarının işleyişinin siyasal koşullarını sağlar. Devletin baskı aygıtının “kalkanı” ardında üretim ilişkilerinin yeniden- üretimini de büyük ölçüde sağlayanlar Devletin İdeolojik Aygıtlarıdır. Egemen ideolojinin, yani devlet iktidarını elinde tutan egemen sınıfın ideolojisinin rolü de ağırlıklı olarak burada gerçekleşir. Bir yandan Devletin (Baskı) Aygıtı ve Devletin İdeolojik Aygıtları, öte yandan da ayrı ayrı DİA’lar arasındaki (zaman zaman gıcırdayan) “uyum” egemen ideolojinin aracılığıyla sağlanır”.

 

Her dönemde devletin ideolojik aygıtlarından birinin ya da bir kaçının ağırlığı söz konusu olabilir.  Reform hareketinin  yarattığı ilk sarsıntıdan itibaren, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yaşanan tüm ideolojik mücadeleler dinsel DİA’nın egemen konumuna bağlı bir olgudur. Althuser,  olgun kapitalist formasyonlarda esti egemen DİA’sına karşı verilen şiddetli bir siyasal ve ideolojik mücadelesi sonunda egemen kılınan DİA’nın  öğrenimsel ideolojik aygıt olduğu düşüncesindedir (Althusser, 2006: 74). Peki öğrenimsel aygıt, neden kapitalist formasyonlarda egemen DİA’dır ve nasıl işler? Çocukların çoğu (özellikle Avrupa’da) etkiye en açık oldukları dönemde ana okuluna gönderilirler. Aile DİA’sı ve Öğrenimsel DİA içine sıkıştığı yıllar boyunca çocuk, egemen ideolojiyle kaplanmış “beceriler”i içselleştirir. Türkiye’de ilköğretimden sonra, Avrupa’da onaltı yaşından sonra gençler, ya üretimin içine düşerler (işçi veya köylü çocukları) ya da öğrenimlerine devam ederek beyaz yakalı işçileri, devlet memurlarını, küçük burjuva tabakalarını meydana getirirler. Ufak bir kısmı zirveye ulaşarak, ya aydınlara özgü yarı-işsizliğe düşerler, ya sömürü görevlileri (kapitalistler, yöneticiler) ya baskı görevlileri (asker, polis, siyaset adamları, idareci) ya da profesyonel ideologlar (çoğu inanmış “laik” kişiler olan her türlü papaz) olup çıkarlar (Althusser, 2006: 77). Genel anlamıyla DİA’lar aracılığıyla bireyler yerine getirmesi gereken rolü (sömüren olma rolü, sömürülen olma rolü) öğrenmektedirler. Öğretilmek istenen tüm “erdemler” ailede, filmlerde, kitaplarda verilebilir, ama bunların hiçbirisi yıl boyunca haftanın 5 günü sekizer saatten verilen öğrenimsel DİA’lar kadar etkili olamazlar. Geçmişte dinsel DİA’nın yerine bugün okullar üzerine almıştır. Eskiden Avrupa’da yoğun olarak görülen Kilise- Aile DİA’sının yerini Aile- Okul DİA’ sı almıştır.

Althusser’in ideoloji kuramı yapısalcı olarak anılmaktadır, çünkü Althusser’in ideoloji yaklaşımının temelinde ideolojinin özneye dışsal koşullar tarafından belirlendiği ve toplumsal yapının bir tür zorunlu gelişim uğrağı olarak var olduğu düşüncesi yatar. İdeoloji, yapının özne üzerindeki bir etkisidir; özneye dışsaldır, çoğu zaman bilinç-dışı olarak yaşanır ve öznelere egemen değerleri benimseterek onları sistemle uyumlu hale getirir (Üşür, 1997: 43). Althusser, ideolojinin artık toplumsal bütünlüğü bir arada tutan harç konumundan çıktığını ve kendisinin de yapı tarafından belirlendiğini ortaya atmıştır (akt. Üşür, 1997: 43).

Bilim ve ideoloji sorunsalında Althusser Gramsci’den 180 derece farklı bir konumda durmaktadır. Ona göre bilimsel sorunsal bütün ideolojik kalıntılardan arınmış olmalıdır. İdeolojinin temel yapısı kapalıdır. Döngüseldir, kendi sağlamasını kendisi yapar. Bunu aksine bilimin yapısının özelliği açıklığıdır. Açıklık, yeni bilim nesnelerinin ve yeni bir soru ufkunun ortaya çıkabilme olasılığını gösterir. Bilimsel soruşturma, nesnel rasyonel bir platformda gerçekleştirilmelidir (Çelik, 1999:122).Althusser’in bilim görüşü, bilimi, bilgi üretmenin, yapıldığı toplumsal bir pratik olarak, dolayısıyla söz konusu üretimin gerçekleştirildiği toplumların tarihinin bir parçası olarak kabul etmeyi hedeflemektedir (Marshall: 2005: 18).

Althusser’e göre (Althusser, 2006: 81) ideolojilere ilişkin bir kuram  toplumsal formasyonların tarihine, yani toplumsal formasyonların bir araya gelmiş üretim biçimlerinin ve bu toplumsal formasyonlar içinde gelişen sınıf mücadelelerinin tarihine dayanmaktadır. İdeolojilere ilişkin genel bir kuram yoktur. Althusser ideolojileri katıksız  yanılsama, düş yani hiçlik olarak görür. Althusser, Marks’ın Alman İdeolojisi’nde ortaya, “ideolojinin tarihi yoktur” tezini desteklemektedir. Althusser, Freud’un “bilinçdışı öncesiz ve sonrasızdır” tezini ideolojiye uygulamıştır.

 

“Öncesiz ve sonrasız demek, her tür (zamansal) karşısında aşkın değil de, hasır ve nazır, yani tarihin tüm yayılımında biçimi değişmez demekse ben de Freud’un sözünü harfi harfine devralıp, tıpkı bilinçdışı gibi, ideoloji de öncesiz ve sonrasızdır, diyeceğim” (Althusser, 2006: 84).

 

“İdeoloji bir temsil sistemidir: Ama bu temsiller, çoğu zaman bilinç ile alakasızdır: Bunlar çoğu zaman imgelerdir, kimi zaman kavramlardır ama öncelikle insanların büyük çoğunluğuna onların “bilincinden” geçmeden kendilerini yapılar olarak dayatır” (Althusser, 2002: 282). İdeoloji bilinç ile alakalı değildir, insanların bilinç altını dönüştürerek işler. Ayrıca kendisinin bilgisi ile ortadan kalkmaz. Çünkü bir ideolojinin bilgisi “verili bir toplumun bağrında, onun olasılık koşullarının yapısının, özgül mantığının ve pratik rolünün bilgisi olarak, aynı zamanda, onun gerekliliğinin koşullarının da bilgisidir (Althusser, 2002: 280).

Althusser, ideolojiyi maddi bir varoluş olarak görür. Dolayısıyla herhangi bir bireyin  inançlarını oluşturan düşünceler maddi anlamda da vardır. Şöyle ki “bu düşünceler , kendileri de bu öznenin düşüncelerinden kaynaklanan maddi ideolojik aygıt tarafından tanımlanan maddi kurallarca belirlenen maddi pratiklerde yer alan maddi edimlerdir” (Althusser, 2006: 94).  Buradan da iki önemli tez ortaya çıkmaktadır:

 

  • Nasıl olursa olsun, her pratik ancak bir ideoloji yolu ve bir ideoloji çerçevesinde var olabilirler;
  • Her ideoloji ancak bir özne aracılığı ile ve özneler için var olabilirler.

 

İdeoloji somut özneler için vardır. İdeoloji somut bireyleri özne haline getirirken, kendi varoluşunu da özne kategorisince sağlar. Bu yüzden “ideoloji özneler aracılığıyla ve özneler için vardır” (Althusser, 2006: 96). Althusser ideolojinin iki önemli işlevinden söz eder: kabul etme/tanıma ve kabul etmeme/ tanımama. İdeoloji açısından kabul etme/tanımaya bir örnek gündelik yaşantıdan verilebilir. Sokakta tanıdığımız birini gördüğümüzde “Merhaba” der ve samimiyetimizin durumuna göre tokalaşır ya da öpüşürüz (gündelik yaşam içinde ideoloji açısından kabul etmenin maddi pratiği). Yani karşımızdaki kişiyi tanıdığımızı kabul ettiğimizi (ve de bizi tanıdığını kabul ettiğini anladığımızı, yani kabul ettiğimizi) bildiririz (Althusser, 2006: 98). Bu ideolojik kabul etme kuralları aracılığıyla, bizim somut, bireysel, başkasıyla karşılaştırılamaz ve yeri doldurulamaz özneler olmamız güvence altına alınır. Maddi aygıtlar içerisinde yer alan maddi pratikler ve ritüeller vasıtasıyla ideoloji bireyleri öznelere dönüştürür. Bir anlamda ideoloji özneler üzerinden yeniden üretilir. Toparlamak gerekirse:

 

“ İdeoloji bireylere özne olarak sesleniyor. İdeoloji öncesiz ve sonrasız olduğuna göre, ideolojinin işleyişini tasarımlarken benimsediğimiz zamansallık biçimini artık terk etmeli şöyle demeliyiz: ideoloji zaten hep özne olarak seslendi bireylere,(…..) bu da bizi kaçınılmazcasına son bir önermeye götürür: bireyler zaten hep öznedirler” (Althusser, 2006: 102).

 

Althusser çağrılma sürecinin nasıl işlediğini anlatmak için çifte yansımalı ayna ilişkisini kullanır. burada özne(ler) ile (Mutlak) Özne’yi birbirinden ayrılır. Özne çoğul olmasına ve farklı bireyleri kapsayabilmesine rağmen, ideolojinin Özne’si (Mutlak Özne) birdir. Bu ayna ilişkisi içersinde Özne, bireyleri özneler olarak çağırır. Bireylerin Özne’yi tanımasıyla yani çağrılarına cevap vermesiyle, bireyler öznelere dönüşür ve aynı zamanda ideolojinin -Mutlak Özne’nin- tabiiyeti altına girerler. Yani “Özne ile özne ve Özne’nin tabiyetinde olan özne” haline gelirler (Althusser, 2006: 106-7). Bu ideolojik sistem süreklidir ve böylece ideoloji toplumsal formasyonun yarın da bugünkü gibi olmasının en önemli güvencesi haline gelir. Althusser bu süreci şöyle açıklar ;

 

“İdeolojinin çifte ayna nitelikli yapısı şunları sağlar (Althusser, 2006: 107).:

  1. Bireylere özne olarak seslenilmesi;
  2. Özne’ye tabi olmaları;
  3. Özne ile öznelerin, öznelerin kendi aralarında ve öznenin kendi kendisini tanıması;
  4. Her şeyin yerli yerinde olduğuna ve öznelerin ne olduklarını tanıyıp kabil etmeleri ve buna uygun biçimde davranmaları koşuluyla her şeyin yolunda gideceği konusunda mutlak güvence: “Amin” “.

 

Bu ilişki içerisinde birey kendini eylemlerinin faili ve inisiyatif merkezi anlamında özne olarak tanır. Özne ideoloji yüzünden hareket ederken, eylemlerinin kendinden kaynaklandığını düşünür ve kendini özne olarak tanır. Tam da bu yüzden ideolojide varolan tanıma bir yanlış tanımadır, fakat burada yanlış tanınan gerçeklik değil bireyin kendisini yanlış tanımasıdır. Bu anlamda Althusser’in özne anlayışı, Freud’un Özne anlayışından etkilenmiştir. Freud’dan önce özne hareketlerinin bilincinde olan, kendi iradesiyle hareket eden bir özneydi. Fakat Freudcu psikanaliz sayesinde bilinçdışının keşfiyle öznenin sadece bilince yerleştirilmesi olanaksız hale gelmiştir (Çelik, 1999:119). Freud’a göre birey kendi eylemlerinin altında yatan gerçek motivasyonları bilemeyebilir. Aynı şekilde Althusser’in öznesi de onu böyle davranmaya iten nedenleri bilemez. Özne maddi aygıtların pratikleri içerisinde ideoloji sayesinde hareket eder, fakat bunun farkına varmaz.

Althusser’in ideoloji tanımının genel özelliklerini özetlemek gerekirse (Üşür, 1997: 47):

  • İdeoloji, toplumsal yaşamın organik bir parçasıdır; toplumsalın kaçınılmaz varoluş tarzlarından biridir,
  • İdeoloji, insanların gerçek ilişkilerle kendi varoluşları arasında yaşadıkları bir ilişkidir. İdeolojinin yaşanan bir ilişki olması onun sürekli akış ve oluşum içindeki bir pratik olmasına işaret eder,
  • İdeoloji, gerçekliğin kendi kendine bir yansıması değil, bireyin bu ilişkiyi tahayyül tarzıdır,
  • İdeolojinin gerçeklikle bunun tahayyülünün karmaşık temsili olması, onunu sadece bilinç düzeyindeki tasarımları değil, aynı samanda imgeleri, mitleri, fikirleri, kavramları, bilinçdışı tasarımları ve öznenin alımlayışına bağlı olarak kurması anlamına gelir.

 

 

 

 

Kaynakça

 

1.ALTHUSSER, L, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, (Çev:Alp TÜMERTEKİN), İthaki Yayınları, İstanbul, 2006

2. ALTHUSSER, L, “Yeniden Üretim Üzerine”, (Çev: Işık ERGÜDEN), İthaki Yayınları, İstanbul, 2005.

3.ALTHUSSER, L, “Marx İçin”, (Çev: Işık ERGÜDEN), İthaki Yayınları, İstanbul, 2002.

4.ÇELİK, N, “İdeoloji Kuramlarında Özne: Althusser ve Gramsci”, Kültür ve İletişim Dergisi, 1999- 2/2, Ankara.

5.SMITH, P, “Kültürel Kuram”, (Çev: Selime GÜZELSARI, İbrahim GÜNDOĞDU), Babil Yayınları, İstanbul, 2005.

6.BATUŞ, G, ALVER, F, ARIK, B, ÇOBAN, B, ÇIĞ, Ü, “Kadife Karanlık II Ayna Şövalyeleri”, Su Yayınları, İstanbul, 2006.

7.MARSHAL, G, “Sosyoloji Sözlüğü”, (Çev: Osman AKINHAY, Derya KÖMÜRCÜ), Bilim  ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005.

8.SEZGİN, Ö, “68 Hareketi: Paris İzlenimleri, Marksizm ve… içinde, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2003.

9.ÜŞÜR, S, “İdeolojinin Serüveni”, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997

10.  http://tr.wikipedia.org/wiki/Althusser (10.05.2007).

.

 


[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Althusser (10.05.2007).

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

HERBERT MEAD, MODERNLEŞME ve MODERNLEŞME MODELLERİ KÜRESELLEŞME, ULUS DEVLET

Ekim 31, 2009 at 1:45 pm (akademik)

 

A) George Herbert Mead

1861-1931 seneleri arasıda yaşamış olan Mead, C. Cooley ve J. Dewey ile Chicago Ekolü diye de bilinen, Chicago Okulu’nun kurucusudur. Mead’e göre toplumlar insanın, (1) İletişim amacıyla semboller kullanmak; (2) kurallar meydana egtirme; (3) davranışlarını diğer fertlerin beklentilerine göre ayarlayabilmek yetenekleri üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar insanda bulunan benlik adı verilen unsurun geliştirilmesiyle meydana getirilir. Toplum tüm bu faaliyetlerin sürekli değişen bir özetidir.

Herbert Mead, “Self” (Benlik), “I” (Kişisel Ben)  ve “Me” (Sosyal Ben)  ile ilgili görüşleri sembolik etkileşimciliğin temeli sayılmaktadır. Bireylerin çevreleriyle kurdukları ilişkiler “Benlik” lerini oluşturur ve biçimlendirir . Mead’ e göre Ben, bir dürtüye maruz kalan ve yalnızca ona yanıt veren pasif bir alıcı değil , hareket eden bir organizmadır .[1]

 

“Mead’e  göre ben, ”toplumsal yapı ve bünyeye kabulünden çok daha öte bir şeydir. Daha çok toplumsal bir süreçtir; öyle bir etkileşim süreci ki, orada beşeri aktör içinde hareket etmekte olduğu durumlarda meseleleri kendisi belirler ve bu meselelerle ilgili kendi yorumları yolu ile hareketlerini düzenler. Mead, aktör başkalarının rollerini alarak, bu roller yolu ile kendisine hitap eder ve bunlara yanıt vererek kendisi ile toplumsal etkileşime girer, der. “[2]

Mead’e göre kişiler kendi çevrelerini etkileyerek o çevreyi dolduran nesneleri yaratırlar. “Mead, daha önceden var olan ve bireyden bağımsız olan “şeyler” (things) veya uyarıcılar (stimuli) ile, yalnız hareketlerle bağlantıları nedeni ile var olan “nesneler” arasında ayrım yapar ve “şeyler” in, bireylerin hareketleri ile “nesneler” haline dönüştüğünü söyler3

 

Mead Benlik ile ilgili iki evre belirler:

 

  1. “I” (Kişisel Ben)
  2. “Me” (Sosyal Ben)

 

“I” kavramı kişinin yaratıcı, öznel, çıkıntı, özetle, “tek” olan yanıdır. “Me” ise “Sosyal Ben” anlamına gelmekte ve kişinin kendisinden bir nesne olarak farkında olmasına vurgu yapmaktadır. Yani bireyin başkaları tarafından öğrenmiş olduğu kendisi ile ilgili bakış açılarıdır.

 

“Kişisel Ben” ile “Sosyal Ben” ilişkisindeki “ Kişisel Ben”, bireyin deneyiminin içerisinde olan  toplumsal bir duruma , bir şeyin yanıt vermesi gibidir, denebilir. Bu, kişi bir tavır içine girdiğinde, diğerlerinin ona karşı tavırlarına verdiği yanıttır. Şimdi ise, onlara karşı aldığı tavır yeni bir öğe içerir. Kişisel Ben , bir özgürlük ve girişim duygusu verir. Yani Benlik özne olarak hareket ettiğinde “Kişisel Ben”, hareketin hedefi olduğunda “Sosyal Ben”dir. 4

 

“Sosyal Ben” in kurucu öğesi “Genelleştirilmiş Öteki” (Generalized Other) kavramıdır. Bu kavram, bireyin önem verdiği “ötekileri” kapsamaktadır. Bu ötekiler içine dahil olunan gruplardır, yani genel anlamıyla toplumdur.  Birey, Genelleştirilmiş Ötekiler (G.Ö) sayesinde yaptığı davranışın farkına varır ve buradan gelen geri bildirimleri içselleştirir. Kişi, eğer kendi görünüşünün yansımasından memnun değilse davranışını büyük olasılıkla değiştirecektir. Mead, bunu “Ayna Benlik” kavramıyla açıklamaktadır. Birey, “Ayna Benlik” ten yansıyan geri bildirimleri içselleştirmektedir. Ayna Benlik topluma göre şekillenen benliktir ve 3 öğeden oluşmaktadır:

 

  • Bireyin “diğer” insanlara kendi görünüşünün yansıması
  • Bu yansımanın değerlendirilmesinin bireyde yarattığı etki
  • Bireyin, “diğer” insanların kendisini “beğendiği” ya da “beğenmediği” duygusuna kapılması.

 

Sosyal ben (Me), kişinin iletişimler yoluyla benimsediği ve başkalarının kendisi hakkında tutumların bir araya gelmesiyle bir bütün oluşturmasını sağlayan bir kavramdır. Yani bireyler sadece başkalarının farkında değillerdir, aynı zamanda kendilerinin de farkındadırlar. Böylece bireyler kendileriyle de sembolik bir etkileşim içindedirler5. Günümüzde, sosyalizasyon araçları arasında en etkini olan kitle iletişim araçları “Me” yi değiştirmeye çalışmaktadır.

Mead bireylerin sosyalizasyonun iki (Play ve Game) aşamada gerçekleştiğini savunmaktadır. Oyun (play) evresinde çocuklar, önemli başkalarının rolünü üstlenir, ama son derecede yaratıcı davranır,oyun kuralsızdır ve tek başına gerçekleştirilebilinir. Bu evredeki hareketler “anlamsızdır”, yani çocuk bu safhada “diğerlerinin tavırlarını alma” yeteneğine sahip değildir6. Mead’ e göre anlam “Anlam, yani düşüncenin konusu olan nesne, bireyin bu nesneye kendi tepkisi olarak, başkasının tavrını taklit ederek o tavrı alması sırasındaki deneyiminden doğar. Anlam, farklı tavırların bir araya gelmesi ve taraflarca aynı anlamın verildiği özel simgelerin kullanılmasıdır”7.  Daha ileriki yaşlarda bireyler öğrenme davranışına “Game” ile devam etmektedir. “Play” ’in aksine “Game” de birden fazla oyuncu gerekmektedir ve karşıdaki kişinin davranışları çok önemlidir. “Game”de oyuncunun uyması gereken kurallar var. Kişi bu kurallara uygun roller üstlenir.

Mead’in insan hareketi (the human act) anlayışının temelinde “Benlik ile Etkileşim” kavramı bulunmaktadır ve bu kavram rol almanın da özünü oluşturmaktadır. Rol almanın en önemli noktası kişinin empati kuruyor olmasıdır. Böylece kişi kendi davranışlarını kontrol altında tutabilmektedir. “Mead’ e göre haberleşme , her kişinin, ”başkasının rolünü aldığı” bir süreçtir, yani her kişi, “hem bireyin tavrını alır, hem de bu tavrın başkasında ortaya çıkmasına neden olur”, ve bu de “benlik ile etkileşim” olmadan imkansızdır”8.

B) MODERNLEŞME- KÜRESELLEŞME- ULUS DEVLET

B.1) Modernleşme Teorileri : Modernleşme kavramı açıklanmadan önce “Modernizm” ini ne olduğu anlaşılmalıdır. Modernizm,  19. yüzyıl ile 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasındaki dönemde  , özellikle sanat ve edebiyatta meydana gelen büyük çaplı değişimleri tanımlamakta kullanılan bir terim sayılmaktadır9.  Modernizmin tam olarak ne olduğu veya son bulup bulmadığı, bulduysa da ne zaman son bulduğu ile ilgili çok az görüş birliği vardır. Modernizm genel olarak, içe dönme, teknik gösteriş, içsel olarak kendinden kuşku duymaya yönelik bir hareket  ve Victoria dönemi gerçekçiliğine karşı bir tepki şeklinde tarif edilmektedir. Kültürel anlamda modernizm, 19. yüzyılda geleneksel anlamdaki edebi, sanatsal, sosyal organizasyon ve gündelik yaşamın geçerliliğini yitirdiği fikriyle ortaya çıkmıştır. Modernizm ticaretten felsefeye her şeyin sorgulanmasının gerekliliğini savunur. Böylelikle kültürün öğeleri yeni ve daha iyi olanla değiştirilebilir.

Modernleşme, Marksist toplumsal gelişme değerlendirmesine bir alternatif üretme gayreti sonucunda, 1960’ların başında yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan bir terim ve yaklaşımdır 10.  Kongar’ a göre modernleşme, Batılı sosyal bilimciler tarafından, gelişmekte olan tüm toplumların, Batı toplumuna benzer aşamalardan geçecekleri anlayışından hareketle oluşturulmuş bir kavramdır11.

Modernleşme kuramının ve kuramcılarının dana net anlaşılabilinmesi, daha önceden, modernleşmenin kuramsal ip uçlarını veren sosyologlardan Durkheim, Weber ve Parsons’tan bahsetmek yerinde olacaktır.

Durkheim toplumları “toplumsal işbölümü” kavramına göre gruplar:

  • Mekanik dayanışmaya dayanan geleneksel toplumlar
  • Organik dayanışmaya dayanan modern toplumlar

Durkheim’a göre geleneksel toplumlarda bireylerin ilişkileri aile, klan ya da aşiret gibi toplumsal gruplar zeminindedir. Bu toplumlarda bireylerin hayat anlayışları, inanç sistemleri birbirine benzer. Toplumsal kurallar ortak bir karar zemininde hazırlanmıştır. Bu uzlaşıyı Durkheim “Kolektif Bilinç” olarak kavramlaştırmıştır. Geleneksel toplumların dayanışma biçimi olan mekanik dayanışmayı Durkheim şöyle tanımlamaktadır: Mekanik dayanışma, cansız bir yapının öğelerini birbirine bağlayan uyuma benzemektedir, buna karşılık canlı yapıların birliğini sağlayan uyumdan farklıdır. Bu dayanışmanın  çok geliştiği toplumlarda birey kendinin sahibi değildir; tam anlamıyla toplumun istediği gibi kullandığı bir nesnedir 12”.

Modern toplumların dayanışma tipi olan organik dayanışma bireylerin birbirinden farklı olmaların gerektirmektedir.Bu dayanışmanın organik olarak ifade edilmesinin sebebi, dayanışma unsurlarının bir bütünün parçalarını oluşturan organizmalar gibi hareket etmesidir. Organik dayanışmanın hakim olduğu toplumlarda toplumun öğelerinin her birinin kendine özgü hareket etme olanağı artar.böylece toplumun da bir bütün olarak hareket etme olanağı artar. Bu dayanışma türünde parçaların bireyliği geliştiği ölçüde bütünün de bireyliği gelişmektedir13.

Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte başka etkili bir etken de nüfustur. Durkheim’ a göre nüfus artışı geleneksel toplumlar üzerinde bir baskı oluşturur. Kıt kaynakların bölüşümü sorunu ancak yeni üretim yollarının bulunması ile çözülebilinir, üretimin artması demek, yeni iş kollarının ortaya çıkması ya da eski iş kollarında daha ayrıntıya inilen alanların oluşması, yani uzmanlaşma demektir. Durkheim’ a göre modernleşmenin en önemli sonucu bürokrasinin oluşmasıdır. Bu bağlamda otorite ilkeleri değişmiştir.

Modernleşme teorileri üzerinde etkili olmuşu başka bir düşünür de Weber’ dir.  Weber de Durkheim gibi 2 tür toplumdan söz etmektedir:

  • Geleneğe bağlı, rasyonalitenin geçerli olmadığı toplumlar
  • Rasyonel olan modern toplumlar

Weber, kapitalist sistemi, toplumların gelişmesi bağlamında ele almış ve Avrupa’nın durumunu açıklamaya çalışmıştır. “Kapitalist üretim tarzı neden sadece Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmıştır” sorusu Weber’ in üzerinde durduğu temel noktadır. Ona göre bu, Batı Avrupa ülkelerinin rasyonellik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Buralarda kapitalizm sermaye  birikimini oluşturabilmek ve kar oranlarında belli bir artış yakalayabilmek için, ticari hayatı rasyonel ilkeleri temele alarak düzenlemiştir.Weber açısından Avrupa kapitalizminde esas olan  çalışkanlık ve akılcılıktır. Weber Avrupa’nın üretkenliğe dönük bir ticari hayat geliştirirken diğer toplumların bunu neden başaramadığını din kurumunu temele alan bir ekonomi ile açıklamaktadır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde Weber; J. Calvin’ in  16. yüz yılda başlattığı din hareketlerinin , ticari hayatın gelişimine zemin hazırladığını ileri sürmektedir14. Weber’e göre bireylerin üretkenliğe yönelmesinin sebebi, Calvinizmin, kurtuluşu başarıyla özdeşleştirmesi ve bu yolla inanların yeryüzünde de güçlü olmaları gerektiğini bir ilke haline getirmesiyle mümkün olmuştur.Bu bağlamda Protestanlığı seçen Batı Avrupa ülkelerinde modern kapitalist toplumların gelişmesi daha hızlı olmuştur.

Bir toplumun gelişme sürecine girebilmesi noktasında Weber üç önemli noktaya vurgu yapmaktadır:

  • Rasyonalite,
  • Sosyo-politik yapının değişmesi,
  • Kültürel yapıdaki mistik öğelerin ayıklanması gerekmektedir.

Parsons modern toplumları geleneksel toplumlardan ayıran beş kalıp değişken öne sürmüştür. Bunlar: “1) Duygusallık- Duygusal Nötrlük (Affectivity versus affective neutrality), 2) Bireysel Yönelim- Kolektif Yönelim (Self- orientation versus collecktive orientation), 3) Özgüllük -Evrensellik (Universalism versus particularism), 4) Nitelik-Performans (Quality versus performance), 5) Belirlilik (Sınırlılık)- Yaygınlık (Specificity versus diffuseness) “15. Bu ikili kalıp değişkenlerin ilk maddesi modern toplumun, ikincisi ise geleneksel toplumunu değişkenleridir.

* Duygusallık- Duygusal Nötrlük: Geleneksel toplumlarda bireyler kişisel ilişkilerinin dışında profesyonel yaşantılarında da duygusal davranmaktadırlar; ancak modern toplumlarda profesyonel yaşantılar içinde duygular yer almamaktadır.

*  Bireysel Yönelim- Kolektif Yönelim: Bireysel yönelme ilişkisinde kişinin şahsi çıkarları ön plana çıkar ve geleneksel toplumlara özgü bir durumdur. Kolektif yönelimde de grubun çıkarları ön plana geçer.

* Özgüllük -Evrensellik: Evrensellik ilkesine göre kişi herkese uygulanabilen bir kritere göre karşısındakiyle iletişime geçer. Özgüllük ilişkisin de ise seçilmiş standartlar uygulanır.

* Nitelik -Performans: Nitelik değişkeni, bireyin doğuştan (kan bağıyla) gelen statüsüne ve üyeliğine işaret eder. Performans ise bireyin kendi çalışmasına ve yeteneğine işaret eder.

* Belirlilik- Yaygınlık: Belirlilik işlevleri birleştirme olarak da adlandırılabilinir. İşlevlerin tekelde birleşmesi anlamına gelmektedir. Yaygınlık ise işlevleri dağıtma olarak da adlandırılabilinir. Yaygınlık ilkesine göre işlevler, dolayısıyla ilişkiler yaygınlık kazanmıştır.

Modernleşme teorisyenlerinin çok büyük bir kısmı modernleşmeyi “Batılılaşma” yerine kullanmaktadır. Modernleşmeyi objektif olarak açıklayabilecek, gelişimine ışık tutacak tek kavram “teknolojidir”16. Teknoloji bir birikim sonucunda ortaya çıkar, birikim ise ilerlemenin bir göstergesidir. Teknolojinin toplumdaki belirtisi endüstrileşme düzeyidir. Modernleşme, endüstrileşmemiş toplum tipinden, günümüzde endüstrileşmiş toplum tipine doğru bir değişmedir.

Lerner, Eisenstadt, Levy ve Inkeles modernleşme teorisinin en önemli isimlerindendir.

– B1.1.)Lerner: Lerner  modernleşme sürecini 4 aşamaya ayırır. Lerner, modernleşmenin temelinde kentleşmenin yattığı fikrinden hareket eder. Bir toplumdaki gönüllü kentleşme oranı %25’i geçtiği taktirde modern üretim ihtiyacı ortaya çıkar. Böylece modernleşme başlamış olur. Modernleşmenin gerçekleşmesinde etkili olan başka bir nokta da okur yazar oranını artmasıdır. Okur- yazarlık oranındaki artış endüstrileşmenin hem sonucu, hem de endüstrileşmenin gerçekleşmesi için gerekli bir koşuldur. Okur-yazarlık oranındaki artıştan sonra bireylerin kitle haberleşme araçlarının etkisine girme aşaması başlar. Lerner, haberleşme sistemlerini iki ana gruba ayırmaktadır: 1) Kitle Sistemi 2) Sözlü Sistemi17. Kitle sisteminde kaynak yeteneğe dayalı ve profesyonelken, sözlü sisteminde kaynak hiyerarşiktir (statüye bağlı ve kişiseldir). Kitle sisteminde içerik betimleyicidir, sözlü sistemlerde ise içerik  düzenleyici kurallardan oluşur.Kitle sisteminde dinleyici heterojendir, yani birbirine benzemeyen kişilerden meydana gelmiştir. Sözlü sistemde dinleyici birincil gruplardır. Kitle sisteminde kanal yayan iken, bu sözlü sistemlerde kişisel (yüz yüze) bir hal alır. Sözlü sistemlerde tek yönlü bir ilişki hakimdir. Son olarak da kişilerin siyasi hayata katılması yer alır. Lerner, modern ve geleneksel toplum dışında “Geçiş Halinde Toplum”18 diye bir kavram ortaya atmıştır. “Geçiş Halinde Toplum”da bazı kurumlar gelenekselliğini korurken bazı kurumlar modernleşmektedir. Günümüz toplumlarından en güzel örnek Türkiye olacaktır.

Lerner modern toplumun insan tipi olarak “katılan” bireyi öne sürer. “Katılan” birey empati kurabilen bireydir. Empatiye sahip birey benzemek istediği kişileri ve kendisine benzeyenleri belirleyebilen, onlarla birleşebilen, böylece hayat görüşünü genişletebilen insan demektir. Böyle insanlardan oluşan toplum da modern toplumdur19.Empatiyi geliştiren aygıt da kitle haberleşme araçlarıdır. Bu noktada akla G. H. Mead gelmektedir. O da “rol alma” kavramını empati ile açıklamaktadır. Mead de haberleşmeyi kişinin “başkasının rolünü aldığı” bir süreç olarak tanımlamaktadır.

B.1.2)Eisenstadt : Eisenstadt’ a göre de modernleşmenin iki niteliği bulunmaktadır:

  • Toplumların sosyo-ekonomik değişmeleri
  • Toplumsal örgütlenmenin yapısal değişmeleri20.

Eisenstadt’ ta göre ekonomik anlamda modernleşme endüstri, ticaret ile hizmetlerin, tarımla uğraşma ve maden çıkarmanın önüne geçmesiyle gerçekleşmektedir. Yani ekonomik anlamda mal, iş gücü ve para piyasalarını gelişmesi anlamına gelmektedir.

Siyasi anlamda modernleşme belirtilerini 3 madde de toplar:

“  1) Siyasi gücün kapsamı genişler ve merkezi otoritenin elinde yoğunlaşır

2) Potansiyel güç toplumda daha büyük gruplara doğru yaygınlaşır ve sonunda bütün yetişkin vatandaşları kapsamına alır

3) Siyasal rejim demokratiktir ya da halka dayanır “20

Kültürel alanında ise modernleşme ise genel kültürel konularda ve değerler arasında farklılık görülmesiyle başlar.

Modernleşen toplumun siyasal örgütlenmesinde bürokrasi gelişir ve parlemanter gruplar geniş çıkar gruplarına dönüşür. Eskiden küçük ölçekli olan aile şirketleri ve kısıtlı üretim yapan fabrikalar da merkezileşmiş ve bürokratikleşmiş büyük üretim ve ticaret şirketlerine dönüşür. Modernleşen toplumda yeni meslekler ortaya çıkar.

Eisenstadt modernleşen toplumlarda birtakım çözülmeler olacağından da bahseder:

  • Aile, fonksiyonlarını kaybetmektedir.
  • Demokratikleşme eski aydınların durumunu bozar.
  • Laikleşmeyi de kapsayan kültürel modernleşme, gelenekleri ve bunların temsilcilerinin durumunu zayıflatır.
  • Siyasal ve kültürel süreçler, kişilik ötesi ilişkiler yarattıklarından, büyük kitlelerin merkezi siyasal ve toplumsal sistemden yabancılaşmasına yol açarlar.
  • Değişme, gruplar ve birimler arası ilişkiyi ve dolayısıyla çatışmayı ortadan kaldırmaz. Tersine karşılıklı bağımlılığı teşvik eder. Bunun sonunda da çatışma artar.
  • Siyasal değişme çeşitli çıkarlar gruplarını siyaset alanında bir araya getirdiği için çatışma artar.
  • Modernleşme sonunda toplumda  eskiden beri var olan çatışmalar (köylü-toprak sahibi, zanaatkar-tüccar gibi), daha merkezileşir.21

B.1.3) Levy : Levy, bir toplumun modernleşmesi için modernleşen diğer toplumlarla aynı kalıpları ve ön koşulları gerçekleştirmesi gerektiği düşüncesine karşı çıkar.Levy aynı zamanda toplumların Batılı ve Batılı olmayan diye iki ana gruba ayrılmasına da karşı çıkmaktadır, çünkü toplumlar yalnızca 2 kategoriye ayrılacak kadar ortak özelliğe sahip değillerdir.

Levy, göreli olarak modernleşmiş toplumlarla göreli olarak modernleşmemiş toplumlar arasındaki farklara değiniyor.

Örgütlerin uzmanlaşması: Modernleşmiş toplumlarda örgütler belli bir alanda örgütlenmişlerdir.

Karşılıklı Bağımlılık: Modernleşmiş toplumlarda örgütler uzmanlaştıkça birbirlerine ihtiyaçları artar ve birbirlerine bağımlı hale gelirler. (Durkheim’ ın organik dayanışması bu noktada açıklayıcı olabilir).

İlişkiler  Farklı: Göreli olarak modernleşmiş toplumlarda ilişkiler rasyonellik, evrensellik ve fonksiyonel belirlilik egemendir. Bunun tersine göreli olarak modernleşmemiş toplumlarda ilişkilerde gelenekler, özel ilkeler ve fonksiyonel yaygınlık göze çarpar (Parsons’ ın kalıp değişkenleri bu noktada açıklayıcı olabilir).

Merkezileşme Eğilimleri: Göreli olarak modernleşmemiş toplumlar bir bütün olarak hiçbir zaman merkezileşemezler.

Genel Bir Değişim Ortamı ve Pazarlar: Göreli olarak modernleşmiş toplumlarda parasal mekanizmalar ve pazarlara çok önem verilir. Paranın değişim gücü çok geniştir.

Genel Yapının Tutarlılığı: Her toplumsal varlık ya da kurum genel yapı içinde anlam taşır.

Bürokrasi : Göreli olarak modernleşmiş toplumların bürokrasisi farklı temellere dayanıyor.

Ailenin Önemi : Görece modernleşmemiş toplumlarda aile, bireyin aile dışı davranışlarını saptar, görece modernleşmiş toplumlarda ise aile dışındaki örgütlerde aile ilişkileri kullanılmaz.

Kent-Köy Karşılıklı Bağımlılığı : Göreli olarak modernleşmemiş toplumlarda nüfusun büyük bir kısmı köylerde yaşar 22.

Levy modernleşmeyle birlikte meydana gelen değişimlerin nasıl olacağı sorununa da eğiliyor.  Bunların en önemlilerin sıralamak gerekirse:

– Aile ve Gerilimler: ile, genelde toplumda bireye baskı yapan ve belli gerilimler yapan bir kurumdur. Yeri eğitim fırsatlarının ve alternatif iş olanaklarının bulunduğu toplumlarda bu gerilimler bazı patlamalara yol açarlar.

–  Toplumsal Denetim Sorunları: Toplumsal denetim mekanizmalarını etkileri ortadan kalkarken, toplumsal denetim sorunları da toplumda en yüksek düzeye ulaşır.

–  Çözülmeden Doğan Bireycilik: Aile gibi kurumların etkinliğini yitirmesi kişi, toplumsal denetimin çözülmesinden doğan bir bireyciliğe sahip olur.

– Aşırı Uçların Tepkileri: Modernleşen ülkelerde, iki tip aşırı uç tepkisi görülebilinir: Geriye dönmek isteyen gericiler ve olanakların izin verdiğinden daha yüksek bir hız isteyen ilericiler 23

Levy bu değişme noktalarının nasıl denetlenebileceği konusuna da eğilmektedir.

–  Köy- Kent Dengesizliğinin Giderilmesi: Tarımsal üretim ve arttırılarak endüstrileşme sağlam temeller üzerine oturtabilinir.

–   Silahlı Kuvvetlerinin Yaratıcı Bir Şekilde Kullanılması: Gelişmekte olan ülkelerde silahlı kuvvetler  modern ülkelerdeki, evrensellik, akılcılık, fonksiyonel belirlilik gibi ilkelere göre hareket ederler.

–   Milliyetçilik: Milliyetçilik modernleşmekte olan toplumlarda oldukça kuvvetli bir akımdır ve iyi bir toplumsal denetim yoludur.

–      Sızma Etkisi: Gelir dağılımı eşitlendikçe ve hayat standardı yükseldikçe, göreli olarak modernleşmiş toplumlar, toplumsal hareketlilik oranını olduğundan daha fazla gibi görürler 24.

 

B. 2)Küreselleşme (Globalleşme) ve Ulus Devlet Kavramları : Küreselleşme, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda bazı ortak değerlerin yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılmasını ifade etmektedir.

“Dünya ticareti giderek serbestleşmektedir. Uluslar arası ekonomik ilişkilerde eski korumacılık anlayışının yerine serbest ticaret görüşü benimsenmektedir. Devletlin, mali ve parasal anlamda ekonomiye müdahalesinin en aza inmesinin, piyasa ekonomisinin kendi doğal işleyişine bırakılması savunulmaktadır. Küresel Ekonomi kavramı, ekonomik sistem ve politikalarının giderek birbirine yakınlaşmasını ifade etmektedir”25. Birkaç merkezli olan bugünkü dünya sisteminde, tekelin merkezleri kapitalist ülkelerdir. Bu merkezlerden biri Amerika Birleşik Devletleri, diğeri ise Avrupa Birliği’dir. Eski Sosyalist Bloğun güçlü ülkelerinin bulunduğu Asya ve Uzak Doğu da üçüncü merkez olabilmek yarışındadırlar. Bu ülkeler de üretimlerini dünya çapında ve dünya piyasalarını göz önüne alarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Merkezlerin üreticileri, tüm dünyayı tek bir pazar olarak görmektedirler. Günümüzde mevcut bu iki merkez, küreselleşme adı altında “beş tekel” adı verilen tekelleri ellerinde tutmaya çalışmaktadırlar26. Bu beş tekel: 1) Teknolojik Tekel, 2) Dünya finans pazarlarının finansal denetimi, 3) Doğal kaynakların tekelci kullanım, 4) Medya iletişim ve kültür tekeli, 5) Kitlesel yok etme silahları üzerindeki tekelleşme.

Küreselleşmenin siyasi alandaki yansıması demokrasinin daha fazla önem kazanması şeklinde olmuştur. Yönetilenlerle yöneticiler arasında etkin iletişime dayanan katılımcı demokrasi anlayışına daha fazla işlerlik kazandırılması gerektiği görüşü yaygınlık kazanmaktadır. “İktisadi alanda liberal ekonomik düzene, siyasi alanda ise gerçek demokrasiye dayalı bir siyasal sisteme doğru dünya hızla ilerlemektedir.  Bu bağlamda “Liberal Demokrasi” adı verilen yeni bir siyasi ve iktisadi düzen dünyada hızla yayılmaktadır”27.

 

Kongar’ a göre, küreselleşmenin ekonomi ayağı uluslararası sermayenin egemenliğine işaret etmektedir. Bu egemenlik bir yandan, günlük yaşam açısından, dünyayı tek tipleştirirken, diğer yandan üretim verimliliğinin  dünya ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kongar’ ın sözünü ettiği “bir örnekleştirme” konusunda, günümüzde, kitle iletişim araçlarının payı yadsınamaz. Modernleşmeyi “Batılılaşmak”  olarak algılayan ve algılatan medyamız, herkesin birbirine benzemesi, bireylerin farkında olmadan kendilerine ve çevrelerine yabancılaşması ve küreselleştirilen imgelerin içselleştirilmesi konusunda ciddi bir rol oynamaktadır. Kongar, “bir örnekleştirme” ile beraber “mikromilliyetçilik”i  küreselleşmenin kültürel boyutunun sonucu olarak görür28. Mikromilliyetçilik akımları, ulusal devleti aşan ve onu daha küçük parçalar halinde algılayan bir yapıya sahiptir. ”Bir örnekleştirme” olgusu küreselleşmenin ekonomi ayağıyla birlikte ele alındığında “marka”, dolayısıyla da reklamlarla karşılaşılmaktadır. Aslında marka kavramını küreselleşmenin hem sonucu hem de küreselleşmeyi oluşturan süreç bağlamında ele almak mümkün. Tüm bu söylenenlerden çıkarılabilinecek bir sonuç: Siyasal olarak ABD, ekonomik olarak uluslar arası sermaye, teknolojik olarak bilgi çağı tüm ülkeleri değişik oranlarda etkilemektedir. Başka bir ifadeyle, küreselleşme kaçınılmazdır. Küreselleşme ulus devletin sonunu mu getiriyor? Küreselleşme sürecinde ulus devlet yetkilerinin birçoğunu uluslar arası kuruluşlarla ve yerel otoritelerle paylaşmak zorunda kalmıştır. Ulus devletin sorumluluk alanı içinde yer alan savunma, ekonomik yönetim gibi konular zamanla IMF, Dünya Bankası, NATO gibi uluslar arası kuruluşların eline geçmiştir.  Küreselleşme ulusal politikaların etkinliğini azaltmakta ve ülkelerin radikal kararlar almasını zorlaştırmaktadır29. Ulus devlet artık ne ekonomik politikaların ne de tek başına ulusal güvenliğini sağlayabilmektedir. Dünyanın birçok ülkesinde etnik milliyetçiliğe ya da dine dayalı özerk bölgeler ortaya çıkmıştır. Örneğin Rusya’da Çeçenistan, İspanya’ da Katolonya, Yugoslavya’da Kosova. Bu noktada “çokkültürlülük” kavramına da değinmek gerekmektedir. Çokkültürlülük, kültürel çoğulculukla karakterize edilen toplumlar için kullanılan bir kavramdır30.

 

Kongar, küreselleşmeyi üç dalga şeklinde incelemektedir. Birinci küreselleşme dalgası tarım devrimi ile, ikince küreselleşme dalgası milliyetçilik ideolojisi ile, üçüncü küreselleşme dalgası ise iletişim-bilişim devrimi ile gelmiştir31. Tarım devrimi ile toprak çok önemli ve değerli bir hal aldı, çünkü ana üretim aracı olarak toprak görülüyordu. Birinci küreselleşme dalgasının temel amacı bu eşsiz üretim aracına sahip olmaktı. Bu anlamda din olgusu, toprak almak amacına yönelik savaşların gerekçeleri oldu. Tarım devriminin kendi içindeki evrimleşme süreci ikinci küreselleşme dalgasını, yani endüstri devrimini ortaya çıkardı. “İkinci küreselleşme dalgası tarım devrimiyle kurulan din- tarım imparatorluklarını yıktı, yerine milliyetçilik ideolojisi etrafında örgütlenen ulus devletleri doğurdu”32. Endüstri devrimi, toprak yerine makineleri  ana üretim araçları haline getirdi. Bu dönemde savaşlar üretilen malların pazarlayacak yeni alanlar bulmak, yani sömürge arayışları, için meydana gelmekteydi.  Savaşlar artık “ulus devletler”ler arasında olmakta ve hakim ideoloji olarak ulusçuluk kendini göstermektedir.  Endüstri devrimi kendi içinde üçüncü küreselleşme dalgası olan “İletişim-Bilişim Devrimi”ni oluşturmaya başladı. Kongar’ ın sözünü ettiği iletişim-bilişimi devriminin başlangıcı olarak herhalde 1980’ler gösterilebilinir. Uyduların uzaya gönderilmesi her türlü iletişim (tv, internet) yolunu kolaylaştırmış ve bireylerin birbirlerinden “haberdar olma” yolunu açmıştır. 11 Eylül 2001’ de meydana gelen ve bireylerin “canlı canlı” izleyebildiği uçak saldırısı ve sonrasında ABD’ nin Irak’ı işgali kitle iletişim araçlarının ve küreselleşmenin günümüzdeki gücünü gösteren en güzel örneklerden biridir.

 

Kaynakça:

  1. Poloma, M , “Çağdaş Sosyoloji Kuramları”, Çev: Dr. Hayriye Erbaş, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993

 

  1. http://birkok.net/mod/resource/view.php?id=273 (06.11.2006)

 

  1. http://de.wikipedia.org/wiki/George_Herbert_Mead (06.11.2006)

 

  1. http://www.termbank.net/psychology/4343.html (08.10.2006)

 

  1. Marshall,  G, Sosyoloji Sözlüğü, Çev:  D. Kömürcü, O. Akınhay, Bilim Ve Sanat Yayınevi, Ankara, 1999

 

  1. http://tr.wikipedia.org/wiki/Modernizm (06.11.2006)

 

  1. Kongar, E, “Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği”, Remzi Yayınevi, İstanbul, 2003

 

  1. Durkheim, E, “Toplumsal İşbölümü”, Çev: Prof. Dr. Özer Ozankaya, Cem Yayınları, İstanbul, 2006

 

  1. Cirhinlioğlu, Z, “Az Gelişmişliğin Toplumsal Boyutu”, İmge Yayınları, Ankara, 1999

 

  1. Wallace, R & Wolf, A, “Çağdaş Sosyoloji Kuramları”, Çev: Elburuz L&Ayas, M. R, Punto Yayıncılık , İzmir, 2004

 

  1. Aktan,C,C, “Modernite’ den Postmodernite’ ye Değişim” Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya, 2003

 

  1. http://www.kongar.org/aydinlanma/2002/306_Ucuncu_Kuresellesme_Ne_Getirecek.php (10.11.2006)

 

  1. http://www.kongar.org/aydinlanma/2005/487_Kuresellesmenin_Ikinci_Asamasi.php (10.11.2006)

 

  1. Öymen, O, “Geleceği Yakalamak: Türkiye’de ve Dünyada Küreselleşme ve Devlet Reformu”, Remzi Kitapevi, İstanbul,2000.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1]Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 232

[2]Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 232

3 Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 233

4 Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 235

5 Poloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları s.s. 223

6 Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 238

7 Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 238

8 Wallace, R & Wolf, A, Çağdaş Sosyoloji Kuramları  s.s 236

9 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s,s. 508

10 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s,s. 508

11 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 227

12 Durkheim, Toplumsal İş Bölümü, s.s.163

13 Durkheim, Toplumsal İş Bölümü, s.s.164

14 Cirhinlioğlu, Az Gelişmişliğin Toplumsal Boyutu, s.s 31

15 Poloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları s.s. 152

16 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 228

17 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 229

18 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 229

19 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 229

20 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 230

20 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 231

21 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 231

22 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 234

23 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 235-236

24 Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, s.s. 236

25 Aktan, Modernite’ den Postmodernite’ ye Değişim, s.s. 150

26 Öymen, Geleceği Yakalamak: Türkiye’de ve Dünyada Küreselleşme ve Devlet Reformu s.s. 26-27

27 Aktan, Modernite’ den Postmodernite’ ye Değişim, s.s. 150-151

28 Prof. Dr. Kongar, Küreselleşme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür, 1997, Ankara

29 Aktan, Modernite’ den Postmodernite’ ye Değişim, s.s. 136

30 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s,s. 126

31 Prof. Dr. Emre Kongar, Üçüncü Küreselleşme Ne Getirecek, 01.04.2002

32 Prof. Dr. Emre Kongar, Üçüncü Küreselleşme Ne Getirecek, 01.04.2002

Kalıcı Bağlantı Yorum Yapın

İşbölümü Kavramına Durkheim ve Marx’ın Bakışı ve Fordizm ve Post-Fordizm Üzerinden Bu Düşünürlere Bir Bakış

Ekim 31, 2009 at 1:39 pm (akademik)

 

GİRİŞ

Bakış açıları değişmesine rağmen sosyolojinin kurucularının ortak teması işbölümünün güç (iktidar) ilişkilerini, ideolojiyi ve ahlaki düzenlemelerini koruduğudur. Çalışmanın ilk bölümünde yapısal işlevselciliğin en önde gelen ismi Durkheim’ın işbölümü üzerine görüşlerine yer verilmiştir. Bu bağlamda Durkheim’ın mekanik-organik dayanışma ayrımına, bu dayanışma tipinin oluşturduğu toplumlarda işbölümünün nasıl bir gelişme gösterdiği veya göstermediği, ortak bilinç, uzmanlaşma kavramlarına değinilecektir.

Çalışmanın ikinci kısmında da çatışmacı kuramın kurucu ismi Karl MARX’ ın işbölümüne hangi perspektifte baktığı ele alınacaktır. Bu bağlamda yabancılaşma kavramına değinilecektir.

İşbölümü, katı uzmanlaşma gibi çok önemli kavramları içinde barındıran fordist üretim biçimi ile onun sonrasında gelen ve esnek uzmanlığı temel alan post-fordizme de bu ödev kapsamında değinilecektir. Bu konulara değinildikten sonra bu iki üretim şekli işbölümü bağlamında Durkheimcı ve Marxcı bakış açılarıyla incelenmeye çalışılacaktır.

A) Durkheim’ın İşbölümüne Bakışı

İşbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır”. İşbölümünün genel olarak tanımlanışından sonra Durkheim’ ın işbölümüne hangi eksenlerde baktığı ve toplumsal evrimde işbölümün yerini görmekte fayda var. Öncelikle, Durkheim’ın anlamaya ve tasarlamaya çalıştığı işbölümü iktisatçıların, işbölümü diye nitelendirdiği şeyden çok farklıdır. Durkheim işbölümünü toplumsal evrimin hem nedeni hem de sonucu olarak görmektedir. Bunu da mekanik ve organik dayanışma temelinde tartışır. Ancak bir noktanın altının çizilmesinde fayda var: Durkheim, bilindiği üzere, toplumun bireyden çıkarsana bileceği görüşünü reddeder. Yani toplum bireylerden değil, birey toplumdan doğar. Durkheim’ a göre bireysel kişilikte toplum karşıtı hiçbir şey bulunamaz, çünkü kendisi toplumun bir ürünüdür. Ortaklaşa yaşam, bireysel yaşamdan doğmuş değildir, tersine bireysel yaşam ortaklaşa yaşamdan doğmuştur.

 

Mekanik dayanışma, bir benzeşme dayanışmasıdır. Durkheim’ ın bu toplumsal dayanışma biçimine mekanik diye nitelendirmesi bu dayanışma biçimini cansız bir yapının öğelerini birbirine bağlayan uyuma benzetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu dayanışma biçiminin hakim olduğu toplumlarda bireyler arası farklılık çok az düzeydedir. Bu topluluğun üyeleri aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere katıldıkları ve aynı kutsala inandıkları için birbirlerine benzerler. Bireyler henüz farklılaşamadığı için toplum tutarlıdır (Durkheim, 2006: 163).

 

Organik dayanışma biçimi, düşünce birliğinin farklılaşması ile doğduğu  ya da anlatım bulduğu dayanışma biçimidir. Bireyler artık benzer değil, farklıdır ve bir bakıma farklı oldukları için consensus gerçekleşir (Aron, 2000: 256). “Bu dayanışma türünde parçaların bireyliği geliştiği ölçüde bütünün de bireyliği gelişmektedir. Toplumun öğelerinden her birinin kendine özgü hareket etme olanağı arttıkça, toplumun da bir bütün olarak hareket etme olanağı artmaktadır. Bu dayanışma gelişkin canlılarda görülene benzemektedir” (Durkheim, 2006: 164). Her iki dayanışma türü de hiçbir toplumda arı şekilde bulunmaz; aynı zamanda her ikisinden birisi de tek başına bir toplumda görülemez. Ancak zamanla her türlü karışımdan arındıkça başat hale gelirler. Bu başatlık, söz konusu yapının yerleşip diğerinin silinmesiyle orantılı olarak hızlanır ve tamamlanır.

 

Mekanik ve organik dayanışmanın, bu bağlamda işbölümünün anlaşılması için Durkheim’ın ortak bilinç kavramının açıklanmasında fayda vardır: Ortak bilinç, bir toplumun ortalama üyelerinin ortak inanç ve duygularıdır; ancak analitik olarak bireysel bilinçte bulunan duygu ve inançlardan farklıdır. Çünkü kendi yasaları ile gelişir ve sadece bireysel bilincin anlatımı ya da sonucu değildir (Aron, 2000: 258).

 

Durkheim, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişi sağlayan ana faktörü dinamik yoğunluk olarak kavramsallaştırmıştır. Buna göre toplumdaki insan sayısı ve onların aralarındaki etkileşim eşgüdümlü olarak artarsa, toplumda da bu şekilde bir değişiklik yaşanır. Bunun nedeni de kısıtlı kaynaklara ulaşmak için yaşanacak mücadele ve hayatta kalma savaşıdır. İşbölümünün yaygınlaşmasıyla insanlar ve toplumsal yapılar birbirleriyle çelişmek yerine, birbirlerini barışçıl bir şekilde bütünlemektedirler.

 

 

İşbölümüyle ilgili olarak Durkheim’ da anlaşılması gereken bir nokta işbölümünün işlevinin uygarlık yaratmak olmadığıdır, uygarlık, işbölümünün zorunlu sonucudur.

 

Toplumların ve bireylerin değişimlerine yol açan şey, toplumsal ortamda ortaya çıkan değişimlerdir. Parçalı yapı ortadan kalktıkça örgütlü yapı ve dolayısıyla da işbölümü gelişmektedir. Demek ki ya parçalı yapının silinmesi bu gelişmenin nedenidir, ya da bu gelişme parçalı yapının silinmesine neden olmaktadır. Durkheim’ a göre parçalı yapının işbölümü için aşılması olanaksız bir engeldir ve işbölümün ortaya çıkabilmesi için bu parçalı yapının en azından bir ölçüde ortadan kalkması zorunludur. Ama parçalı toplum türünün ortadan kalkması, ancak tek bir nedenle işbölümün ilerlemesi sonucunu verebilir: Birbirinden ayrı yaşayan bireyleri birbirine yaklaştırması, ya da en azından eskiye göre daha yakın ilişkiye getirmesi durumunda mümkün olabilmektedir (Durkheim, 2006: 299).

 

“İşbölümü, toplumların nüfus büyüklüğü ve yoğunluğu ile doğru orantılı olarak değişmekte ve toplumsal gelişim içinde sürekli olarak ilerlemesi de toplumların düzenli olarak daha yoğunluklu ve genellikle daha büyük nüfuslu olmasından ileri gelmektedir. İşbölümü söz konusu gelişmenin gerçekleşmesinde bir aracı değil, onun belirleyici nedenidir. Toplumların büyüyüp yoğunlaşması daha büyük bir işbölümünü gerektirmektedir” (Durkheim, 2006: 306).

 

Durkheim’a göre işbirliği ve dayanışma, işbölümünün bir sonucudur ve işbölümü ilerledikçe iş daha sürekli hale gelmektedir (Durkheim, 2006: 448). Bu bağlamında uzmanlaşma kavramına bakılabilir. Uzmanlaşmak, daha çok üretmek için değil, kişinin karşısına çıkan yeni koşullarda yaşayabilmesi içindir. Uzmanlaşmak üzere bölünen iki parça, en azından ilk etapta, devamlı bir iletişim için de olmak zorundadır.  Durkheim, katı uzmanlaşmanın faydasından çok zararı olduğunu dile getirmektedir, çünkü bir organın işbölümünde donup kalmasına neden olabilmektedir. Toplumsal işlevlerin uzmanlaşması biyolojik işlevler gibi kesin nitelikte olamaz; ayrıca işbölümü ilerledikçe karmaşıklık arttığı için esneklik de durmadan artar (Durkheim, 2006: 382).  Durkheim’ a göre yukarı toplumlarda bireylerin ödevi, etkinliklerinin alanını genişletmek değil, onları yoğunlaştırıp uzmanlaştırmaktır (Durkheim, 2006: 456).

 

Durkheim dış koşulların uzmanlaşma üzerindeki etkilerini de incelemiştir.  Durkheim’ a göre bireylerin içinde bulundukları çevrelerin değişkenliği onlarda farklı yeteneklere ve dolayısıyla değişik yönlerde uzmanlaşmalarını sağlar; bu uzmanlaşmanın toplumların boyutlarıyla birlikte artması, bu dış farklılıkların da aynı zamanda artmasından dolayıdır. Ancak dış koşullar, bireyleri belli bir yönde uzmanlaşmaya güçlü biçimde ittiklerinde bile, bu uzmanlaşmayı belirlemeye yeterli olamazlar, sadece yön verebilirler. Uzmanlaşmanın nedenin anlaşılması ancak ortaya çıkan yeni ihtiyaçların anlaşılmasına bağlıdır.

 

İşbölümüne gelen bir eleştiri, kişiyi makineye indirgemesidir, ki buna Marx da katılmaktadır. Durkheim bu eleştiriyi şöyle yanıtlamaktadır: İşbölümünün bir insanı makineye çevirmesi zorunlu bir sonuç değil, yalnızca istisnai bir durumdur. Çünkü, olağan durumda her uzmanlaşmış işlevin yerine getirilişi, bireyin onun içine sıkı sıkıya kapanmamasını, komşu işlevlerle de sürekli temas içinde bulunmasını, onların gereksinimlerinin, değişmelerinin v.b. bilincinde olmasını gerektirir. Bu koşullar altında birey, amacını bilmeyen bir makine olmayıp, bir amaca doğru gittiğinin farkındadır. Bir işe yaradığını hissetmektedir (Durkheim, 2006: 424).

 

 

Durkheim toplumsal işbölümünü toplumların kaçınılmaz evriminin doğal bir sonucu olarak görür. Bu nedenle işbölümü değişen koşullara uyum sağlamayı da beraberinde getirir. İşbölümünün bazı noktalarda çözülmeler getirdiği fikri yaygındır; ancak, Durkheim’a göre, bunların hastalıklı durumlardır ve işbölümünün doğasından kaynaklanmamaktadır. Çünkü işbölümü toplumsal dayanışmanın önde gelen kaynağıdır. Durkheim’ a göre işbölümü karşıtlık yaratırken birleştirir; farklılaştığı etkinlikleri bir araya getirir; ayırdıklarını birbirine yakınlaştırır. Dayanışma duygusunun, yarışmanın dağıtıcı etkisine karşı koyamayacak ölçüde zayıf olduğu yerde, yarışmadan işbölümü değil, başka sonuçlar ortaya çıkar.

B) Marx’ın İşbölümüne Bakışı

 

Marx işbölümüne yabancılaşma bağlamında bakar. Daha açık ifade edilecek olursa, yabancılaşmayı işbölümünü sonucu olarak değerlendirir. Marx işbölümü ile bozulmamış insanı bütünsel insan olarak tanımlamaktadır, bu çizgide bütünsel insan uzmanlaşmamış insandır (Aron, 2000: 142). “Bütünsel insan, her şeyi yapabilecek insan değil, insanlığın aslına uygun olarak gerçekleştiren, insanı tanımlayan etkinlikleri yerine getiren insandır” (Aoran, 2000: 142). Marx’a göre, işbölümü insanların birçoğunun yetenekleri doğrultusunda iş yapmalarına engel olmaktadır (Aron, 2000: 142). İşbölümünün sonu yabancılaşmadır; çünkü kişi kendi çıkarını toplumun çıkarı gibi ele alır. Aynı zamanda birey, işbölümüyle kendi potansiyeline de yabancılaşır. Marx’a göre iş, insanın kendi kendini gerçekleştirdiği temel etkinliktir. Kişinin iş ile ilişkisinde kendini gösteren yabancılaşma, diğer tüm etkinlik alanlarına zamanla damgasını vurur (Kızıltan, 1986: 22-3).

 

İşbölümü ve özel mülkiyet yancılaşmaya nasıl sebep olur? Bu sorunun yanıtını  verebilmek için öncelikle Marx’ın yabancılaşmadan ne anladığına bakmak gerekir. “Yabancılaşma, insanı, kendi etkinliğinin ürünlerine, üretken etkinliğinin kendisine, içinde yaşadığı doğaya, kendine, kendi özsel doğasına, insanlığına, öteki insanlara yabancılaştıran eylemdir.” (Marx, 2003: 11). Marx, Hegel’in aksine, yabancılaşmayı nesneleşmeden ayırt etmiş ve özgül toplusal koşulların sonucu olarak ele almıştır “İşçinin ürününe yabancılaşması yalnızca emeğinin bir nesne haline gelmesi, bir dışsal varoluş kazanması anlamına gelmez, ama onun dışında bağımsız olarak, ona yabancı bir şey olarak varolması ve onun karşısına bir güç olarak çıkması anlamına da gelir” (Marx, 2003: 11). İşçi bir nesneye yaşamını koyduktan sonra, artık o yaşam kesinlikle işçinin değildir, nesnenindir. ”İşçi ne kadar zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar” (Marx, 2003: 21). “İşçi hayatını nesneye koyar, ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir…..Emeğinin ürünü kendisi değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse, kendisi o kadar küçüktür” (Kızıltan, 1986: 23).  Marx’a göre yabancılaşmanın en yoğun biçimine kapitalizmle ulaşır, çünkü kapitalizm, emeğin nesnel koşullarından kopuşunun doruğudur (Marx, 2003: 12). Marx’ın emek, emek gücü ve kullanılabilir emekten ne anladığı da bu noktada önem kazanmaktadır. “Emek: Gerçek insan faaliyetidir. Emek Gücü: Kapitalistin işçiden aldığı çalışma potansiyelidir. Kullanılabilir Emek: Kişinin sahip olduğu emeğinin kaynağı olan fiziksel özellikler” . Kapitalistlerden emekten ziyade emek gücünü satın almaktadırlar. Emek gücü metalaşıyor; alınıp satılan bir şey haline geliyor. Kullanılabilir emek karşılaştırılamaz, sadece emek güzü karşılaştırılabilir. Çünkü bir maddeyi üretenle o maddenin ham maddesini üretenlerin yapması gerekenler farklı şeylerdir.

 

Marx, çağının insanının yabancılaşması ile ilişkisi içinde özel mülkiyetten, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve kendisi üretmeksizin ürüne (artı değere) el koyan bir sınıfa özgü bir kategoriyi anlamaktadır (Kızıltan, 1986: 25). “İşçi üretirken kendi varlık yapısına nasıl kendini yabacılaştırıyorsa, aynı şekilde, yabancıya da yabancının kendisinin olmayan bir etkinlik sunmakla hem üretim araçları sahibinin kendi varlık yapısına yabancılaştırmakta, hem de ilişki bütünüyle iki yabancılaşmış kişi arasında bir alışveriş olmaktadır” (Kızıltan, 1986: 25). Buradan yola çıkarak denilebilir ki özel mülkiyet hem yabancılaşmanın bir sonucudur hem de yeni bir yabancılaşmanın sebebidir. Marx’a göre, özel mülkiyet emeğin kendisini dışlaştırmasının bir aracı olması bakımından yabancılaşmanın nedeni olarak görülebilir (Kızıltan, 1986: 25-6).

 

Marx’ın gerçek işbölümünden anladığı kafa ve el çalışmasının, işlerinin birbirinden kesin sınırlarla ayrılmasıdır. Bu iş bölümü üretim biçiminin karmaşık bir yapıya bürünmesi aşamasında ortaya çıkar (Kızıltan, 1986: 26). Marx’a göre işbölümü, bireylerin ortak meydana getirdiği, ancak bu birlikten doğan etkinlikte somutlaşan gücün onlara yabancı, onların dışında olması ve bu nedene kendilerine hakim olmasına neden olmaktadır. Bu işbölümü “işçinin iş aracını değil, tersine iş aracının işçiyi kullandığı modern fabrika” aşamasına geçildiğinde görülür. “Bu nedenle Marx’ta işbölümüne ilişkin şöyle bir tanımlama yapılmaktadır: İşbölümü, işin toplumsallığının yabancılaşma içindeki milli ekonomik ifadesidir” (Kızıltan, 1986: 26). İşbölümüyle beraber sınıflar arası farklılıklar keskinleşmektedir. Marx bunu şöyle ifade eder: İşçinin payına üretim ve zahmet, işverenin payına ise tüketim ve haz düşer (Kızıltan, 1986: 26). Üretim ile tüketimin tümüyle farklılaşması sonucunda kırsal kesimler ve kentler arasında kesin sınırlar çerçevesinde bir işbölümüne gidilir. Daha sonra, ekonomik rekabet nedeniyle aynı işbölümü bu kez kentler arasında da yaygınlaşır:

 

“Bir ulusun kendi içindeki işbölümü, ilkin sınai ve ticari emeğin bir yandan, tarım emeğinden ayrılmasına, öte yandan, ve bunun sonucu olarak, kent ile kırın ayrılmasına ve çıkarlarının karşıtlığına yol açar. Daha da gelişmesi de sınai emeğin ticari emekten ayrılmasına sebep olur. Aynı zamanda bu farklı dallar arasındaki işbölümü olgusuyla, belirli işlerde birlikte çalışan bireyler arasında farklı alt bölünmeler ortaya çıkar. İşbölümünün her yeni aşaması çalışmanın konusu, aletleri ve ürünleri bakımından bireylerin kendi aralarındaki ilişkileri belirler” (Engel, Marx, 2003: 20).

 

Marx’a göre böylece, toplum yaşamının temelini ve tüm alanını kapsayan bir yabancılaşma aşamalı olarak gerçekleşmiş olur (Kızıltan, 1986: 27). Bütün  yaşanan yabancılaşmanın nedeni ekonomik yabancılaşmadır ve yabancılaşmanın aşılmasının yolu da üretim süreçlerinin değiştirilmesidir. Komünist topluma geçilmesi ile; yani özel mülkiyetin, iş bölümünün ve dinin kaldırılmasıyla yabancılaşma son bulacaktır. Bunlar da elbette üretim biçiminin değişmesine bağlı olarak değişecektir.

 

İşbölümü, emeğin toplumsal niteliğinin, yabancılaşma çerçevesi içindeki dışavurumudur. Ya da emek, insan etkinliğinin yabancılaşma çerçevesi içindeki bir dışavurumundan başka bir şey olmadığına göre, işbölümünün kendisi insanal etkinliği gerçek bir cinsil etkinlik, ya da insanın cinsil varlık biçimindeki etkinliği olarak, yabancı duruma gelmiş, yabancılaşmış bir biçimde koyma olgusundan başka bir şey değildir” (Marx, 2003: 54-5).

 

Marx ve Engels’e göre bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme düzeyi, en çok, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır (Engel, Marx, 2003: 20).

Marx’ın yabancılaşma kavramına getirdiği bu yorumlar eleştirilerden kurtulamamıştır. İşbölümü açısından bu çalışmayı ilgilendiren eleştirilere bakılacak olunursa:

Az önce değinildiği üzere Marx’a göre yabancılaşmanın gerekli ve yeterli koşulları özel mülkiyet, işbölümü ve işin bir metaya dönüşmesidir. Bu kategorilerden en önemlisi de öze mülkiyettir. Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir: Özel mülkiyetin kaldırılması ile yabancılaşma da ortadan kalkacak mıdır? (Kızıltan, 1986: 27). Tüm Marksist düşünürler özel mülkiyetin oradan kalkmasını yabancılaşmanın önüne geçilmesinde sadece bir adım olarak görmektedirler, özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla yabancılaşmanın ortadan kalkacağı savı pek geçerli görünmemektedir.

 

İşbölümü kavramına ve bu kavramı Marx ve Durkheim’ın bakış açısından fordist ve post-fordist üretim biçimine bakmanın kavramın ve bu iki düşünürün ayrıldıkları noktaları görmek anlamında faydalı olduğu düşünülmüştür. Bu açıdan ilk etapta fordizmin ne olduğunun özetlenmesi gerekmektedir.

 

 

C) Fordizm-Post- Fordizm

Fordizm, Amerika’nın ünlü sanayicilerinden Henry Ford, 1913 tarihinde, Michigan’da bulunan Motor Fabrikasında uygulamaya koyduğu bir üretim biçimi şeklinde kendini göstermiştir: Otomobiller seri montajla üretilmeye başlanmıştır. Bu uygulama sonraki yıllarda hızla yayıldığı ve artık bir düşünce tarzı haline geldiği için Fordizm adıyla tarihe geçmiştir. Fordist kitle üretiminin temel öğeleri: ileri düzeyde iş bölümü, seri hareket ve süreklilikti. Ford, işçiler arasındaki bu ayrıntılı işbölümü mühendisler arasında da uygulamıştır. Yani katı bir uzmanlaşma söz konusu olmuştur.  ABD’de bu yeni üretim organizasyon biçiminin ortaya çıkışı, kitle üretimiyle elde edilen yüksek ürün miktarının tüketilebileceği büyüklükte pazarların oluşmasıyla hızla yaygınlaşmış ve tüm dünyada hâkimiyet kurmuştur.

“Değişik parçaların depodan taşınması, işlemler için tezgahlara gidip gelinmesi, kullanılan aletlerin atölye içinde getirilip götürülmesi vakit alıcı olmakla birlikte, ilk yıllarda üretim arttıkça bu üretim tekniği değişmemiş, sadece ekip sayısı çoğaltılmıştı. 1906’da çeşitli parçaların fabrika içinde üretimine geçilmesiyle, Ford’un kıt bulunan vasıflı işgücüne bağımlılığı daha da artmıştır. İlk iş bölümü, parçaları taşıyanlarla, onları işleyip monte edenler arasında gerçekleştirilmiştir.

Bundan sonraki adım, üretim sürecini daha küçük parçalara bölmek yolunda atılmıştır. Montajın küçük bir bölümünü yaptırarak işçilerin çok daha seri hareket etmeleri sağlanmıştır. Böylece emek veriminin artmasına zemin hazırlandı. Fabrikada üretilen parçalar giderek belli bir standardta getirildi. Bu gelişme bir yandan parçaların montajlarını kolaylaştırırken diğer yandan üretim sürecinin daha çok sayıda vasıfsız işçi arasında paylaştırıldı”*.

Bundan sonra Ford’un üzerinde durduğu konu, üretimin akış hızını artırmak olmuştur. Belirli bir işlemi yapan tezgahlar üretimin gerektirdiği işlem sırasına dizilmiştir. Bu uygulama akış hızının daha da artmasını sağlanmıştır. Zincirleme ve kesintisiz yapılan üretimde işçilerin çalışma hızını artırmak için de en hızlı işçilerin primle ödüllendirilmesi yoluna gidilmiştir. İşçilerin hızlarını gönüllü olarak artırmalarını beklemek yerine, hızın kendilerince belirlenebileceği bir sistem arayışına girilmiştir.

Bunun için 1913’te titizlikle yapılan zaman ve hareket etütleri sonucu, yaklaşık 50 metrelik bir üretim hattında üretim süreci 140 montaj işçisi arasında bölünmüştür. 1914 yılında mekanik olarak hareket eden ünlü montaj hattı, ya da akar bant üretime sokulmuştur. “Fordçuluk, kitle üretim sisteminin, kitle pazarlarının oluşturulmasıyla bağlantılı olduğuna dikkat çekmek üzere kullanılan bir terimdir” (Giddens, 2000:329). Hemen eklemek gerekir ki bu sistemde Taylorist bilimsel yönetim anlayışı egemendir. Ford, çalışanlarına yüksek ücret ödeyerek otomobilleri öncelikle onlara satmayı hedeflemekteydi. Özetle fordizm dört temelde belirginleşmektedir: Ürünler standartlaştırılmıştır. Üretimde her görev ve parça standartlaştırılmıştır. Çalışanların görevleri aynı olduğu için seri üretim işlevlerinde her model için bir üründen diğerine aktarılamayan özel amaçlı makineler geliştirilmiştir (Güçlü, 2005: 119).

1970’li seneler gelindiğinde dünyadaki ekonomik krizle beraber kitle üretimi de krize girmiştir. Esnekliği olmayan, büyük stoklarla çalışan büyük firmalar, talepleri sürekli değişen tüketicilerden oluşan istikrarsız piyasada avantajlarını yitirmişlerdir (Sezal, 2003: 221). Durkheim’ın toplumsal farklılaşma sürecinin artışıyla birlikte ortaya çıktığını bireysellik olgusu, kitle üretiminin yaygınlık kazanmasıyla ve standartlaşmanın giderek artmasıyla son derece zayıflamıştır (Sezal, 2003: 221). Durkheim’ın “hastalıklı, sağlıksız” olarak nitelendirdiği işbölümü türüne aslında fordist üretimde rastlanılmaktadır. Zaten, en başta da belirtildiği üzere, Durkheim katı uzmanlaşmanın bir organizmayı dondurduğu fikrindedir. Aynı zamanda Durkheim’ a göre işbölümünün dayanışma sağlayabilmesi için, herkesin kendi işinin olması yeterli değildir, o işin kişiye uygun düşmesi de gereklidir. Bunun için örgütlenişin esnek olması ve değişime açık olması gerekmektedir (Durkheim, 2006: 428). Bu son cümle Dukheim’ın – 1960’larda hayatta olsaydı- fordizme eleştirisi olabilirdi. Aynı noktaya Marks da farklı şekilde değinmektedir. Marx’a göre, insan kendi varlık yapısının ayırıcı özelliği olan “iş”ini kendisine zorla kabul ettirilen bir etkinlik ve çalışma sürecinde kendini geliştirip gerçekleştirmesini engellemektedir (Kızıltan, 1986: 32. Fordizm dayattığı katı uzmanlaşmanın insanları makinelere dönüştürdüğü ve zamanla, Marx’ın söylediği gibi,  işçinin iş aracını değil, iş aracını işçiyi  kullanması sorunu ortaya çıkmaktadır. Ford’un  işçilerine, genele göre, yüksek maaş vermesi ve işçilerinin de ürettikleri otomobilleri satın alması büyük kendi karını düşünerek yaptığı bir hamleydi; ancak bu nokta Marx’ın yabancılaşması bağlamında ele alındığında şöyle bir yorum da ortaya çıkabilir: İşçilerin her biri ayrı bir parçanın üretiminde görev almasına rağmen, ürettikleri otomobili “görebilmekteler” hatta buna sahip olabilmektelerdi. Bu bakımdan işçinin kendisini, yaptığı bir işin parçası olarak görebilmektedir.

Daha sonra post-fordist üretim şekli diye ortaya çıkacak olan sistem, ademi-merkeziyetçi ve esnek uzmanlaşmanın hakim olduğu bir sistemdir. Büyük stoklarla üretim yerine ürünün az sayıda üretimi ön plana geçmiştir. Bireyleşme ve özelleşme kavramları post-fordist çözümleme açısından merkezi bir önem taşır (Kumar: 1999: 203). Bazı kuramcılara göre bu iki eğilim toplumu güçlendirmekte, bazılarına göreyse zayıf düşürmektedir. Bireyleşme doğrultusundaki itki işçiler ve iş verenler, kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkilerde daha fazla özgürlük olmasını teşvik etti (Kumar: 1999: 202). Durkheim açısından bakılacak olursa post-fordist üretim şekli Durkheim’ın hayal ettiği işbölümü yapısına sahipti: Uzmanlaşma ileri seviyededir; ancak aynı zamanda esnektir. Taşeronlar arası iletişim her daim devam etmektedir, böylece tüm “organlar” birbirinden haberdardır.  Marx’ın işbölümü açısından post-fordizm nasıl yorumlanabilir?  Marx’a göre, “emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir işbölümü ile, makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden, kapitalistler arasında, işbölümünü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçülerde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar” (Marx, 2003:….). Bunun neredeyse birebir örneği post-fordist üretim şeklinde görülmektedir.

 

SONUÇ

Günümüz dünyasında işbölümünün önemi tartışılmaz duruma gelmiştir. Durkheim, işbölümünü ve uzmanlaşmayı gelişmiş toplumların özelliği olarak belirtir. Toplumların organik dayanışmaya geçme koşullarından biri olarak da oylumlarının artmasına, yani toplumların nüfusunun artmasına, bağlamaktadır. İşbölümü akıllı yöneticiler tarafından planlandığında hiçbir aksaklık olamayacağı için toplumlar daima daha yukarı doğru evrileceklerdir.  Marx bu kavrama, daha çok, üretim ilişkileri  ve yabancılaşma bağlamında bakar. Ancak post-marksistler bireyselleşme ve özelleşmeyi sosyalist davanın düşmanı olarak görmektense bunları sosyalizmin hizmetine sunmayı çalışmaktadırlar (Kumar, 1999: 203). Marx’ın işbölümü tanımı, kafa ve kol işçiliğinin birbirinden kesin olarak ayrılması, Henri Ford tarafından ve bunların da kendi aralarında ayrılmaları şeklinde hayata geçirilmiştir. Ancak şu da bir gerçek ki, fordist üretim biçimiyle, Marx’ın deyimiyle, insanlar daha da makineleşmişlerdir. Bunu takiben gelen post-fordizm işbölümü bireyleri aşıp firmalar bazına ulaşmıştır.

 

 

 

 

Kaynakça:

 

 

 

  • Durkheim, E, “Toplumsal İşbölümü”, Çev: Ozankaya, Ö, Cem Yayınevi, İstanbul, 2006
  • ARON, R,  “Sosyolojik Düşüncenin Evreleri”, Çev: Alemdar, K, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2000
  • MARX, K, “Yabancılaşma”, Çev: SOMER, K, KARADAM, A, BELLİ, S, GELEN, A, FİNCANCI, Y, BİLGİ, A, Derleyen: ERDOST, B, Sol Yayınları, Ankara, 2003
  • ENGELS, F, MARX, K, “Alman İdeolojisi”, Çev: KARDAM, A, BELLİ, S, Sol Yayınları, Ankara, 2004
  • KIZILTAN , G,S, “Çağımızda Yabancılaşma Sorunu”, Metiş Yayınları, İstanbul, 1986
    • · Marshall,  G, “Sosyoloji Sözlüğü”, Çev: D. Kömürcü, O. Akınhay, Bilim Ve Sanat Yayınevi, Ankara, 1999
    • http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=1841 (20.01.2007) Yazar: Veli Sırım
    • GIDDENS, A, “Sosyoloji”, Çev: ÖZEL, H, KABADAYI, T, KARA, T, ORAL, N, BAYAR, I, BRAVO, H, Ayraç Yayınevi, Ankara, 2000
    • GÜÇLÜ, S, “Kurumlara Sosyolojik Bakış, Birey Yayınları, İstanbul, 2005
    • BOZKURT, V, “Toplum ve İktisat”, “Sosyolojiye Giriş” içerisinden, Der:               SEZAL, İ, Martı Yayınevi, Ankara, 2003.
    • KUMAR, K, “Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma- Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları”, Çev: KÜÇÜK, M,  Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999
    • http://www.kurtuluscephesi.com/orjinal/ucretliemek.pdf (19.01.2007)

 


* http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=1841 (20.01.2007) Yazar: Veli Sırım

 

Kalıcı Bağlantı 1 Yorum